16 Temmuz 2021

Aret Vartanyan: “Yaşam, yaşayarak öğrenilir”

Yaşadığımız sorunların temelinde bireysel endişe ve korkuların yattığını kaydeden Aret Vartanyan, “İnsan kendisiyle barışmadan yaşamı çok zor” diyor. Pandemi ile birlikte samimi ve gerçek olmayan hiçbir şeyin var olamayacağı bir yaşama geçiş yaptığımızın da altını önemle çizen Vartanyan ile hepimiz için farklı deneyimler barındıran bu sürece ayak uydurmanın yol haritasını konuştuk.
 
Çok kültürlü bir aileden geliyorsunuz. Bize biraz çocukluğunuzdan bahseder misiniz? İçinde büyüdüğünüz aile ortamının bugünkü Aret Vartanyan’ın şekillenmesine ve dünyayı algılayışına ne yönde katkı sağladığını düşünüyorsunuz?
Çocukluğum Cihangir Arslanyatağı Sokak’ta ahşap bir evde geçti. 5 kişilik ailem ve 80 metrekarelik evimiz... Annem Rum, babam Ermeni, anneannem İtalyan, babaannem Musevi, dedem Rus. Yoksul ama mutlu bir aile. Ben parkinson hastası anneannemle aynı odayı paylaşıyordum. Salonumuz küçüktü ve her zaman kalabalıktı. Ben bir kenara geçer kitaplarımı okurdum. Geceleri ise penceremden dışarı bakar ve bugünü hayal ederdim.

Çocukluğum bana kimliksizliği, insanı anlamamı, yaşamdaki önceliklerimi belirlememi sağladı. Mutluluk, sevgi, yaşam tanımlamalarım, varoluşçu felsefeyle yoğrulmam, bugünüm, yaptıklarım bana çocukluk yıllarımın, ailemin armağanı.

Kitaplar yazıyor, seminerlere konuşmacı olarak katılıyor, atölyeler düzenliyorsunuz? Hani kırk tarakta bezi var denilen insanlardansınız. Peki ama aslında iletişim temelinde buluşan bu kadar farklı alanda bu denli yoğun bir efor sarf etmenizin temel nedeni ne? Aret Vartanyan ne istiyor, neyi arıyor?
Bu son nefese kadar sürecek bir arayış. Oldum denilebilecek, tamam denilebilecek bir yer, nokta yok. Sizin tanımlamanızla kırk tarakta bezim olabilir ama hepsinin kesiştiği yer ortak: Hakikat yolculuğu ve ulaşabildiğim kadar insana ulaşabilmek. Kendimi bildim bileli içimde hissettiğim çağrının yansımaları. Yorulmuyorum, eksilmiyorum çünkü ödüllerim çok büyük. Bugün Türkiye’nin neresine gidersem gideyim kucaklaştığım insanlar, her gün posta kutuma düşen mesajlar… Ne heyecanım, ne de motivasyonum eksiliyor. Aksine dünyanın ve insanlığın yaşadığı geçiş süreci öngördüğüm, hazırlandığım bir geleceğe karşı enerjimi yükseltiyor. Çocukluğumdan iletişim fakültesine, Oxford’da teoloji okuyup rahiplik yapmaktan kurumsal hayata, yazarlıktan Yaşam Atölyesi’ne dönüp baktığımda yaşanmışlıklarım, biriktirdiklerim şimdi ikinci perde için enerjimi ve sorumluluklarımı yükseltiyor.

Konuşmak ve yazmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Tercihinizi birinden yana kullanmanız istenseydi bu konuşmak mı yoksa yazmak mı olurdu?
Yazmak varoluş amacım. En başa dönüp baktığımda hatırladığım ilk şey elimdeki kalem, beyaz sayfalar. Yazmadan yaşayamam. Kalıcı olan ve doğrudan insan ile birebir bağ kurduğum… Konuşmak ikinci aracım ki konuşmadan önce yazıyordum. Bugün sinemayı, dijital dönüşümü de araçlarımın çeşitlenmesi olarak görüyorum. Sorunun net yanıtı ise tercihim yazmak olurdu.  

Kendinize rol model olarak gördüğünüz biri var mıdır? Bu kişi hangi özellikleriyle sizin hayatı algılama şeklinize ve verdiğiniz kararlara ilham kaynağı oldu?
Yaşam yolculuğumun dönemlerinde rol modeller, ilham aldığım kişiler de -yaşamış ya da bir mit olsun- değişiyor ve değişmeye devam edecektir. Schopenhauer, Nietszche, İsa Mesih, Atatürk, Hermes, Hallac-ı Mansur, Mevlana, Hiram. Ortak payda var oluşun gerçek zamansızlığının, Batın’ın Zahir’e kaynağının, insanın anlam arayışının elçiliğini yapmış olmaları. 

Herkesin –mış gibi yaptığı bir dönemde yaşıyoruz. Kime sorsanız bir şeylerden dolayı mutsuz ve umutsuz. Sizce mutlu olabilmek ve bize bahşedilen bu hayatın hakkını verebilmek için neye ihtiyacımız var?
Bu sorunun yanıtı elbette birkaç satıra ya da kitaba, seminere sığacak kadar kısa değil ama bir başlangıç noktası paylaşabilirim. Öncelikle kendi var oluşunun ve yaşamdaki seçimlerin sorumluluğunu almak. İnsan yavrusu belki de doğadaki en savunmasız ve bakıma muhtaç varlık. Bu yüzden uzun yıllar bağımlı bir yaşam sürdürürken dışarıdan şekilleniyor. Daha somut ifade edersek doğduğumuz ailenin, toplumun, çevrenin gerçekliklerine göre şekilleniyoruz. Tam bu noktada onaylanma olgusuyla tanışıyoruz. Ailenin, toplumun onayladığı insan olmak için çabalıyorsunuz yoksa sevilmeyebilir, dışlanabilirsiniz. Kıssadan hisse yaşadığım endişeler, taşıdığım korkular hayaller, sınırlar, yaşam amacım bana mı ait yoksa başkalarının bana yükledikleri mi? Yıllardır ifade ettiğim gibi başka bir ailede, ülkede, bir arka sokakta doğmuş olsaydınız bugünkü hayatınız, seçimleriniz, inançlarınız nasıl olacaktı? Altın soru ise kime göre, neye göre?

Aferin almak, alkışlanmak, onaylanmak ihtiyacı hayatımızı nasıl şekillendiriyor. Her birimiz sevilmek, değerli olduğumuzu hissetmek istiyoruz ki aslında temel nokta bu kadar sade. Sevilebilmek, değerli olduğumu hissetmek için de ailemin, toplumun beklentilerini karşılamak zorundayım yanılgısı. Dürüstçe geçmiş seçimlerimize baktığımızda yaşadığımız aşklardan evliliğe, seçtiğimiz meslekten yaşam tarzımıza bu gerçekliğin etkisini görebiliriz. İlk çıkış noktası Hermes’in binlerce, Mevlana’nın yüzlerce yıl önce ifade ettiği “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” felsefesi bir diğer tanımla içerisiyle dışarısını yakınlaştırma arayışı. Neye inanırsam inanayım bu boyutta tek bir hayatım var ve niye yaşıyorum? Gece yatağa giren sen ile sabah uyanan arasındaki farkı kapatabilmek. Aracınızda yalnız kaldığınızda, kulaklığınızda müziğiniz yürürken gerçeğinizlesiniz.

Günlük yaşamda ifade edersek özgüven ve değersizlik hissimiz asıl meselemiz. İnsan kendisiyle barışmadan yaşamı çok zor. Benim değerim neye bağlı? Sevilebilir olmam, değerli hissetmem neye, kimlere bağlı? Toparlayalım. Gerçek olmak, değerli olmanın ve sevilebilmenin dışarıya bağlı olmadığını anlamak ve kendi yaşam amacınızı keşfetmek. Son bir ekleme; bunu size verecek olan kısa formüller, muhteşem gurular yok. Yaşam, yaşayarak öğrenilir.

Kişinin kendisini olduğu gibi kabul ederek keşfetme yolculuğunda itici gücün ve en önemli durağın ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Sokağa baktığınızda herkes mutlu olmak istiyor. Ben bunu Tanrı olma arayışı olarak adlandırıyorum. Her şey her zaman istediğim gibi olsun, hiç acı çekmeyeyim, hastalanmayayım, mümkünse ölmeyeyim, sürekli mutlu olayım. Ha bir de bunu başkaları sağlasın. Devlet, sevgilim, ailem, işverenim… O yüzdendir ki her zaman bulduğumuz bir sorumlu, günah keçisi var aslında. Yaşadığım zorluklar benim eksikliğim ya da seçimlerimden dolayı değil hep başkaları, koşullar yüzünden. Bu arayışın sonucunda mutsuzluk garanti. O zaman farkındasızlığın ortasında farkındalığı getirebilecek olan nedir? Bir örnek: Bir gün doktora gittiğinizde ve sadece birkaç aylık yaşamınız olduğu size söylendiğinde bugün sorun gördüğünüz şeylerin ne kadarı sorun olarak kalır? Hayatımızda gerçekten bizi geliştiren, farkındalığımızı artıran olay ve kişiler canımızı yakan, duvara çarptığımız yaşanmışlıklar. Buna gerek yok. İlla ki bir tokat yememize gerek yok. İçinizdeki sıkıntı, yaşadığınız sıkışmışlık size bir şeylerin değişmesi gerektiğini anlatmaya çalışır. Alkol, yüzeysel spiritüel, mistik, ezoterik çabalar, materyaller, alkışlar sadece sorunların halının altına süpürülmesini sağlar. Cesaretle o halıyı kaldırmak muhteşem bir başlangıçtır.

Bize biraz da iş dünyası profesyonellerine sunduğunuz eğitimlerden bahseder misiniz?
2008 yılında Yaşam Atölyesi kurulduğunda ve kişisel dönüşüm tanımlamasını kullandığımızda anlaşılmak zordu. Sevgili Ali Saydam o dönemde bir yazısında “‘Bizim Aret kombi işine girmiş”’ minvalinde esprili bir ifade kullanmıştı. Bugün Kişisel Dönüşüm başlığı altında büyük bir sektör var. 2011 yılında kurumsal eğitimlerimiz başladığında kullandığımız motto şuydu: “İnsan bir kaynak değil, bir değerdir.” Zaman bizi haklı çıkardı ve iş dünyasına yönelik eğitimlerde ve kitlesel projelerde aradıklarımızı bulduğumuz bir dönem geçirdik. Geçmiş röportajlarıma baktığınızda 2021 yılını sık sık ifade ettiğimi görürsünüz. Bunun için fütürist, kahin olmaya gerek yoktu. Kırılmanın gerçekleşeceği dönem tıpkı vücudumuzdaki hastalıklar belirmeden öncesinde bize verdikleri mesajlar kadar netti. Şimdi transhümanizm, singularity, dataizm, merkeziyetsizleşme gibi kavramlar hayatımızda ve biz de ağırlığımızı bu alanlara yoğunlaştırdık. Beş yıl önce bu kavramları dillendirdiğimde, “aykırı”, “uçuk” olduğumu söyleyen iş dünyasından dostlarım bugün bizlerle ortak programlar geliştiriyor. İş ve özel yaşam ayrımının kalmadığı bugün, çalışanların iş yaşamlarıyla hayal ve hedeflerini özdeşleştirmeleri elzem. Yeni nesle çok yükleniliyor ancak anlaşılması çok değerli. Hala şirketlerde x, y, z kuşağı eğitimler verilirken artık her üç yılın bir kuşak olduğunu görmekte zorlanıyoruz. Teknik eğitimlerde de sürekli bir güncelleme ve yenilenme kaçınılmaz. Eskiden üniversiteyi bitirirsen, otuz yıl sonra o meslekte yetkin olduğunuz kabul edilirdi. Bugün üniversitede aldığınız bilgilerin raf ömrü ne kadar? Bu röportajımızın konusu değil ancak geleceğin okunmasında ciddi eksiklikler olduğunu görüyoruz. Eğitimlerimizde ağırlıklı olarak Boğaziçi Üniversitesi olmak üzere üniversite ve ICF başta olmak üzere uluslararası sertifikasyon programlarıyla ortak iş birlikleri geliştiriyoruz. Bildiğiniz gibi son dönemde akademi kurmak çok popüler ancak konvansiyonel yöntemler, öğreten ve öğrenen insanlar yaklaşımıyla, monolog videolarla ancak adını akademi koyabiliyoruz. Akademi kurma alanında güçlü bir altyapımız ve know how’ımız var. Tüm paydaşların süreklilik esasında birlikte hareket etmediği hiçbir yolculuk size hedeflerinizi getirmez ve şirketler de insanlar gibi tektir. Dinamikleri, koşulları, hayalleri… Bu nedenle paket hiçbir programımız yok. Bize ulaşan şirketlerle oturuyoruz, tanışıyor, dinliyoruz, şirkete kuruma özel projeleri hazırlıyoruz. Sonrasında çalışmasak da tanışmış oluyoruz.

İş hayatında genç kuşak, teknolojiyle birlikte büyüyen ve bunun avantajlarını işletmeye taşımaya aday bireylerden oluşuyor. Bugün, onlar küçük aile işletmelerinde ebeveynleriyle birlikte çalışıyorlar. Bu iki kuşağın çatışmaya girmeden uyum içinde çalışması, her birinin işe kendi zenginliğini, deneyimini taşıması, sonuçta bir sinerjinin ortaya çıkması için nelere dikkat edilmeli? 
Sadece aile şirketlerinde değil, kurumlarda yaş ortalaması yüksek çalışanlarla gençler arasında da benzer sorunları görüyoruz. Bizim için çözüm çok net. Bir kere ortaklıklarda olması gerektiği gibi herkesin rol ve sınırların net çizilmesi. İkinci olarak da şudur ki neredeyse her aldığımız kurumsal briefin içinde takım olmak, motivasyon başlıkları var. Artık influencer olmanın takipçi sayısıyla pek bir ilgisinin olmadığının anlaşılması gibi sinerjinin, takım olmanın yılda birkaç kez topluca bir araya gelip ve/veya zorlama aktivitelerle, etkinliklerle sağlanamayacağı anlaşılıyor. Çok net olarak söylüyorum ki, birbirimize sadece kimlik ve unvanlardan ibaret olmadığımızı aktardığımızda sizin ifade etmeye çalıştığınız sorunlar hızlı bir şekilde ortadan kalkıyor. Yaşanan sorunların temelinde birbirimizi anlayamadığımız, birbirimize anlatamadığımız zamanlarda ortaya çıkan bireysel endişe ve korkular iş atmosferindeki sorunların temelini oluşturuyor. Aile şirketleri için küçük bir not: Eğer biz ebeveyn çocuk arasında aile içindeki görünmeyen buzları eritemezsek işe yansımalarını nasıl çözebiliriz?

Çalışan insanların %91’i pazartesi sendromu yaşıyor, %81’i param olsa çalışmam diyor. Bu ve benzeri düşüncelere sahip olan insanlara ne demek istersiniz?
Öncelikle sadece para için bir işi sürdürüyor olmak hem çalışana hem de işverene büyük haksızlık. Kendi adıma gerek kurumsal eğitimler gerek marka iş birliklerimde önceliğim bütçeler ya da A4 üzerine yazılmış sözleşmeler değil. İnanmadığım, asgari seviyede değerleri paylaşmadığımız hiçbir iş birliğine girmedik girmeyiz de. Seçtiğiniz iş, aldığınız sorumluluk her şeyden önce sizin sorumluluğunuzdur. Sevdiğin işi yapmanın bir lüks olmadığını yıllardır anlatmaya çalışırken şu an yaptığınız iş ile de barışmanızın mümkün olduğunu biliyorum. Ancak karşılıklı şeffaflık, samimiyet elzem. Burada şirketler için şunu söyleyebilirim eskiden kariyer günleri vardı eskiden diyorum çünkü şu anda birçok şirket etkinliğine öğrenciler ilgi göstermiyor. Çünkü yılda bir kez gelerek “gençler bizim için çok değerli” deyip sonra altını dolduramadığınızda inandırıcılığınızı ve samimiyetinizi kaybediyorsunuz. Bu örneği çoğaltabilirsiniz. Aynı şekilde işimi olduğu kadar yapayım, maaşımı alayım, hatta çalışma arkadaşlarımın açıklarını kapatmak yerine açığa çıkartayım, keza fısıltı gazetesi sadece özsaygıyı eksiltiyor. Aslında bir kez daha temele dönüyoruz. Diplomalar, bildiğimiz yabancı diller, yetkinlikler elbette çok önemli ancak temel insani değerler eksik olduğunda bir saatli bomba. Örneğin kariyerinde yükselmeyi her şeyin ötesinde gören, unvanı almaktan başka bir önceliği olmayan çalışan, yönetici ya da patron doğaya, insana, ülkeye zarara vermekten kaçınmıyor. Çünkü değerli olmak, başarılı olmak için tek bir hedef var. Artık bu anlayış, bu dönem bitti. Şimdi yaşadığımız sancılardan biri de bu köklü değişim.

Bu rakamlar bizim her yıl 9500 beyaz yakalı arasında yaptığımız anketin sonuçları. Oradan çarpıcı bir sonuç da maaş zammının, çalışanın kendini değerli hissetmesinden açık ara sonra gelmeye başlamış olmasıdır. 

Geçmişin liderlik tanımıyla bugünün liderlik tanımı keskin çizgilerle birbirinden ayrılıyor ve bu tanım daha da değişmeye aday. Sizce geleceğin liderlerinin bugünkülerden en belirgin farklılıkları neler olacak? Hangi yetkinlikler daha fazla öne çıkacak?
Bu soruyu bir önceki sorunuzun devamı olarak kabul edebiliriz. Saygı duyarak, inanarak birini takip etmenizle korkarak takip etmeniz arasında uçurum var. Hobilerimden birisi köpek yetiştiriciliği. Doğası sert ve zor köpeklerle çalışıyorum. Bir köpeği elektrikli tasmayla, negatif iletişimle itaatkâr kılabilir, istediklerinizi yaptırabilirsiniz ancak sürdürebilirliği yoktur ve ne iletişim ne de ilişki gerçek değildir. Köpek sizi sürünün lideri olarak kabul edip, saygı duyduğunda başka bir sinerji doğar. Hatta köpeklerle birlikte gerçekleştirdiğimiz bir liderlik programımız var ve orada şaşırtıcı sonuçlar görüyoruz. Birçok şey söz olarak söylenebilir, söyleniyor da ancak onu içselleştirebilmek ayrı bir şey. Çünkü bu sorunun benim için net cevabı önce model olabilmek. Yönetici, eş, ebeveyn fark etmez. Sizde olmayanı talep edemezsiniz. Yeni dünyada gerçek ve samimi olmayan, sahte hiçbir şeyin yaşama şansı yok. Büyük odalar, ayrı asansörler, otoritenin hiyerarşik yapılanması gibi semboller yaşamın ve toplumun tüm kulvarlarında, iş dünyasında, siyasette siliniyor. Gerçekten sizinle beraber yürüyen insanlara ne değer katıyorsunuz?

Yetkinliklere gelince donanım, empati, entelektüel sermaye, değişime açıklık gibi zaten konuştuğumuz başlıkların ötesine ben şunu eklemek isterim: Bütünün hayrına çalışmak ve üretmek.

Pazarlama iletişimi alanında da çalışmalarınız var. Tüketici eğilimlerini de takip ediyorsunuz. Önümüzdeki yıllarda tüketici tercihlerinde ne yönde farklılaşmalar olacağını öngörüyorsunuz? Pandemi hangi değişimleri hızlandırdı?
Dijital dönüşüm herkesin dilinde ancak yaşanan dönüşümün tam anlaşılamadığı kanaatindeyim. Pandemi öncesinde her yıl 100 bin insan ile göz teması kurduğum etkinlikler gerçekleştiriyorduk ve değişimin nabzını iyi tuttuğumuzu söyleyebilirim. Bireysel ya da kurumsal algının unsurlarına yeni eklenen başlıklar var. Bugün 7 yaşındaki bir çocuk kendisine yeni ayakkabılarını gösteren akranına şu cümleyi kuruyor: Ben o ayakkabıyı giymem onlar çocuk işçi çalıştırıyorlar. Pandemi, yeryüzündeki hiyerarşinin en tepesinde insanın olduğu paradigmasını değiştiriyor. Bir de bunun yanına doğayı, iklim değişikliğini, kuraklığı, felaketleri ve daha birçok distopya habercisi başlığı eklediğinizde gerek hedef kitlelerde gerek kendi ekiplerinizde farklı değerlerin öne çıktığını artık söyleyebiliriz. Kartvizitimde taşıdığım şirketimin logosunun ve satın aldığım ürün veya hizmetlerin üreticisinin bu başlıklardan uzak olması artık kabul edilebilir değil. Yeşil ekonomi, karbon ayak izi, su izi gibi trendler güçlü yansımalar. Merkeziyetsizleşmenin devamında devlet yapıları hızla değişirken sosyal sorumluluğu konuşmanın ötesinde artık sosyal şirketleri daha fazla konuşuyor olacağız. Bütün bunların toplamında müşteri, kullanıcı, paydaş topyekûn geleceğin ütopyasının bir parçası olma arayışını güçlendirecek. Teknoloji ile bütünleşmenin bir dönüşü olmayacağı gibi kendi adıma hayatımı bir diz üstü bilgisayara sığdırmaya çalışıyorum. Azınlık olarak yer alacak sektörlerin dışında büyük yapılar, devasa TV stüdyoları, hantal organizasyonlar hızlı bir şekilde günün gereksinimlerine uygun şekilde yapılanmaya devam edecek. Kıssadan hisse kullandığı taşıdığı marka ile toplumsal bir statü, ayrıcalık elde etmenin yerini bireye, topluma, dünyaya samimiyetle fayda sağlayan olmak bence en temel arayış. Bir kez daha şu gerçeğin altını çizelim samimi ve gerçek olmayan hiçbir şeyin var olamayacağı bir yaşama geçiş yaptık.  
 
Kadın olmanın beraberinde bir takım zorlukları getirdiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Kodlarla, ataerkil örf ve kurallarla çocuklarını yetiştiren bir toplum olarak sizce her alanda yaşanan cinsiyet eşitsizliği problemine nasıl çözüm buluruz?
Sorunun cevabı soruda saklı aslında ki süregelen zihniyetin değişene, hâkim zihniyet ataerkil yapısından uzaklaşana kadar sancılar devam edecek. Benim için en etkin başlangıç kız ve erkek çocuklarının eşit yetiştirilmesi. Hala kız çocuğu masayı toplamak için annesine yardım ederken, erkek çocuğu babasıyla maç seyretmek için salona geçiyor. Zihniyetteki ayrışmanın en sert örneği gelinde bakireliği arayıp, damatta bakirliği hiç sorgulamayan zihniyet. Yazar olarak okurlarımın %80’i kadın, Yaşam Atölyesi’nde 300 binden fazla katılımcımızın %85’i kadın. Toplumsal cinsiyet eşitliği noktasında önemli projeleri hayata geçirdik ve geçirmeye devam ediyoruz. Bu bir süreç ve yarın sabah sorunlarımız değişmeyecek. Aşağıdan gelen nesillerde her geçen yıl “cinsiyetsizlik” kavramının güçleneceğine birlikte tanıklık edeceğiz. Aynı şekilde eğitim eşitliği, kariyer dengesi elbette aralıksız üzerinde çaba sarf edeceğimiz başlıklardan öne çıkanlar olmaya devam edecek. Gelir ve eğitim eşitsizliği ülkemiz özelinde ele alındığında daha fazla enerjiyi kırsala, gelir ve eğitim dezavantajını taşıyan bölgelere vermemiz gerektiği çok net. Cesaretle sözde değil, özde adımlar atanların net olarak ayrıştığını görüyoruz.

Bir küçük not da ekleyeyim. Bir şeye karşı durmanın altını çizmek karşı durduğunuz her ne ise onu güçlendirir. Çimenlere basmayı çimenlere basmayı, trafik canavarı olmayın gaza daha fazla basmanızı teşvik eder. O yüzden kadına şiddete hayır ya da savaşa hayır yerine, barış yanlısı demektir olması gereken. Haberlerde dikkat edin sürekli kötü haberler var. Hiçbir şey yoksa asansör düştü, freni patlayan kamyon eve girdi gibi olumsuz haberler oysa bu dünyada güzel şeyler de oluyor. Güzellikleri, olumlu gelişmeleri daha fazla işlemek, daha fazla paylaşmak… Sürekli eşini döven, öldüren erkekleri konuştuğumuzda daha az şiddet gösteren erkeklerin eşlerine bunu yansıttığını görüyoruz. Girdi olarak neyi verirsek çıktı olarak onu alıyoruz. 

Bize biraz halihazırda devam ettirdiğiniz ve üzerinde çalıştığınız projelerinizden bahseder misiniz?
Bu yıl iki önemli adım attık. Bunlardan ilki Alkaş Grubu ve Nurus işbirliğinde kurulan yeni nesil paylaşımlı ofis kültürünü yaşatan Han Spaces işbirliğimizle sadece Türkiye’deki lokasyonlarda değil, yurt dışı tüm lokasyonlarımızda eğitim, danışmanlık ve koçluk başlıklarını Yaşam Atölyesi olarak üstlenmiş olmamız. İkinci önemli adım ise bir başka çocukluk hayalimi gerçekleştirmek için hayata geçirdiğimiz DigiCorn Medya. DigiCorn, sinemadan dizilere, Youtube’dan NFT’ye içeriğin olduğu her yerde var olmak iddiasıyla yola çıktı ve ilk üretimlerine bu yıl tanıklık edeceğiz. Teknoloji ile insanın ütopya için buluşması, geleceğin dünyasına adaptasyon tüm çalışmalarımızın zemininde yer alacak.

2022 başında 10. kitabım yayımlanacak ve ben de bir dönemi kapatacağım. 11. kitabım ise doğrudan bir sinema filmi olarak, uluslararası arenadaki ilk ödüllerimizi ülkemize getirebilmek.

İlk sorularınızdaki yanıtlarımda yer alan hedeflerimin gerçekleşmesi için kurumsal işbirlikleri ve projeler önemli itici bir güç. Gerek benim doğrudan marka elçisi, yüzü olduğum markalarla gerekse BeOne şirketimiz üzerinden gerçekleştiğimiz kitlesel pazarlama iletişimi projeleriyle daha fazla insanın yaşamına dokunmaya devam edeceğiz.  

Bireysel ve kurumsal eğitimlerimizde ise mevcut çalışmalarımızı sürdürürken uzaktan dokunarak eğitim ve yerçekimsiz ortamda sanal gerçeklikle fiziksel eğitim altyapımızı çalışmalarımızı hayata geçirmek için kaynak oluşturmaya devam ediyoruz.

Pandemi dönemi aslında hepimizin özüne yolculuk yaptığı bir süreç oldu. Siz bu süreçten kendinize dair ne gibi farkındalıklar ve kazanımlarla çıktınız? Pandemi süreci sizin hayatı algılayışınıza ne yönde katkılar sağladı?
Son soruya kısa bir yanıt vereyim. 42 yıllık yaşamımın kendimle en barışık, ne isteğimi bildiğim, önceliklerimi net belirlediğim dönemini yaşıyorum ve kendimi, sağlığımı, ailemi, yani pırlantalarımızı ihmal etmeden yürüyebilmeyi her gün kendimi hatırlatıyorum.

Fotoğraf galerisi