09 Haziran 2022

Gezegenimizin can yakan sorunu: İklim mülteciliği

Son yıllarda dünyanın hemen her yerinde karşılaşılan iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan, depremler, seller, orman yangınları, ani ve beklenmeyen hava olayları genelde tüm ekosistemi, özelde de insanlığı olumsuz yönde etkiliyor. Bu ve benzeri doğa olayları, aynı zamanda yepyeni bir kavramın da hayatımıza girmesine neden oluyor: İklim mülteciliği…

İklim mülteciliği, yeni bir kavram gibi düşünülse de aslında 1985 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı’ndan (UNEP) Essam El-Hinnawi tarafından ortaya atılmıştır. Kavram, “insan kaynaklı ve/veya doğal kaynaklı çevresel bozulmanın, yaşamı tehlikeye atması ve/veya ciddi bir şekilde etkilemesi nedeniyle geleneksel olarak yaşadığı yeri kalıcı veya geçici olarak terk etmeye zorlanmış kişiler” olarak tanımlanmıştır.

Uzun yıllardır ülkeler arasında yaşanan savaşın yanı sıra iç savaşlar, çatışmalar ve terör nedeniyle mültecilik kavramı dünya gündeminde önemli bir yer teşkil ediyordu. Günümüzde çevresel sorunlar ve doğal afetler nedeniyle savaş mültecilerine bir de iklim mültecileri eklendi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) raporuna göre, 2008 yılından bugüne her yıl yaklaşık 21,5 milyon kişi sel, fırtına, kasırga ve aşırı kuraklık gibi iklim değişikliğine bağlı doğal afetler sebebiyle göç etmek zorunda kaldı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Denizaşırı Kalkınma Enstitüsü tarafından 2017 yılında yayımlanan “İklim Değişikliği, Göç ve Yer Değiştirme” raporuna göre ise 2016’daki en büyük 10 göç hareketliliğinin nedeni iklim sebebi oldu.

Küresel ısınmanın ardında bıraktıkları: İklim göçmenleri  
İklim mültecileri, küresel bir sorunun parçası olarak gündemde. İklim mültecileri, sözlük anlamı olarak; çevre sorunlarına dayalı yaşanan afetlerden etkilenen büyük insan topluluklarının, karşı karşıya kaldıkları zorluklarla mücadele etme ve hayatlarını sürdürebilmek için yaşadıkları topraklardan zorunlu olarak ayrılarak daha güvenli olacaklarını düşündükleri, sınır ötesi başka bir coğrafi alana göç etmeleri şeklinde tanımlanabilir. Bu göçün nedeni olarak da küresel ısınma, deprem, tsunami, sel, orman yangını, kuraklık ve çölleşme gibi doğa olaylarının yıkıcı etkileri gösteriliyor. Birkaç örnekle daha teferruatlı bir şekilde açıklamaya çalışalım: 2011 yılında Tayland’da yaşanan büyük ölçekli sel felaketinden yaklaşık 13 milyon, benzer şekilde 2014 yılında Sırbistan, Bosna-Hersek ve Hırvatistan’daki sel felaketlerinde 2,5 milyonu aşkın insan olumsuz yönde etkilendi. Ocak 2020’de Birleşmiş Milletler (BM) Okyanusya ülkelerinden Kiribati'de yaşayan bir kişi küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinin yükselmesiyle evinin sular altında kalma tehlikesine karşı Yeni Zelanda’ya iltica başvurusunda bulundu, başvurular reddedildi. 

İklim mülteciliği kavramının çevre ve çevre sorunları ile bağı aşikâr
Bilim insanları, iklim mülteciliği ile küresel ısınmaya dayalı küresel iklim değişikliği arasında ciddi bağların olduğunu öne sürüyor. Bu bağlamda; yağmur ormanlarının büyük zarar görebileceği, buzulların eriyerek deniz seviyesini yükselteceği, ozon tabakasında bozulmaların olacağı, çölleşme ve kuraklaşmanın yaşanacağı ve büyük ölçekli sel felaketlerinin ve tufanların meydana geleceği gibi öngörüler mevcut. Bu öngörülerin ön izlemelerinin görülmesi nedeniyle iklim mülteciliği kavramı daha da önem kazanmaya başladı. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün (IEP) 2018 yılında yayınladığı Ekosistem Tehdit Kaydı (ETR) adlı rapora göre, Bangladeş’te 2050 yılına kadar deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle ülkenin yüzde 17’sinin sular altında kalacağı ve burada yaşayan 20 milyon insanın evini kaybedeceği tahmin ediliyor. Zorunlu olarak gerçekleşecek göç hareketinin arka planında can ve mal güvenliğini sağlamak güdüsü mevcut. 

Türkiye yaklaşık 10 milyonu bulan iklim mültecileri akınıyla karşı karşıya 
Bu zorunlu göçten en çok etkilenecek ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye iklim değişikliği yüzünden ülke dışına göç verecek kadar kırılgan bir ülke değil ancak iklim değişikliği yaşanacak alanların kesişiminde bulunması sebebiyle transit ya da hedef ülke konumunda. Özellikle Orta Doğu’dan, Orta Asya’dan gelen iklim mültecileri, Türkiye’yi aynı zamanda hem bir varış noktası yani hedef ülke olarak seçebilir. Coğrafi konumu, tarihten gelen kültürel yapısı ve dini nedenlerle, Müslüman kesim başta olmak üzere insanların buraya yönelmelerinde farklı nedenler mevcut. Türkiye’de, Avrupa’dakine benzer yabancı düşmanlığı da yok. Dolayısıyla bu gelişmeler hem hedef ülke hem de transit ülke olarak Türkiye için önemli bir toplumsal güvenlik sorununu gündeme getirebilir.

Dünyanın en prestijli tıp dergilerinden The Lancet’te yayımlanan bir araştırmada Kanada, Türkiye ve İsveç'in en fazla göç alan üç ülke olacağını öngörülürken, El Salvador, Samoa ve Jamaika’nın en çok göç veren ülkeler olacağı öne sürülüyor. Aynı araştırmada 2050’den sonra dünya nüfusunun azalmaya başlayacağına da vurgu yapılıyor. Rapora göre, 2100 senesinde Türkiye nüfusu, 101,6 olarak hesaplanıyor. 2068 yılı ise 112,5 milyon ile Türkiye’nin en kalabalık seviyeye ulaşacağı dönem olarak kabul ediliyor. Türkiye için doğurganlık oranını 1,79 olarak hesaplayan uzmanlar, bu sayının 80 yıl sonra 1,34’e gerileyeceğini tahmin ediyor. 

Bu konuda çalışma yapan bilim insanları pek çok farklı sayı ve tahminler ortaya koyuyor. Tahminlere göre 2050 yılından sonra, 200 milyon ile 1 milyar arasında bir insanın iklim göçünden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmesi söz konusu. Bu sayılar günümüzdeki mülteci sayıları ile karşılaştırıldığında, her halükârda çok daha yükseğe tekabül ediyor. Bu tahminler de şunu gösteriyor; en iyimser rakamları bile dikkate alsak, önümüzdeki yıllarda eğer gerekli önlemler alınmazsa ve bu konuda küresel bir duyarlılık gelişmezse iklim göçünün başa çıkılmaz bir hal alacağı aşikâr.

İklim mülteciliği devletler tarafından tanınmıyor
İklim mültecilerinin statüsü, korunması ve yerleştirilmeleri, milletlerarası hukukta açıklığa kavuşturulmamakla birlikte, devletlerin, milletlerarası hukuk, insan hakları hukuku ve çevre hukuku bağlamında iklim mültecilerine koruma sağlama yükümlülüğünün olup olmadığı ve eğer varsa bu yükümlülüğün kapsamının ne olacağı henüz belli değil. “İklim mültecileri” veya “çevre mültecileri” olarak anılsalar da söz konusu kişiler 1951 Cenevre Konvansiyonu kapsamında mülteci değiller. Bu insanlara bazı devletlerin yasalarında “tamamlayıcı koruma” veya “geçici koruma” sağlanabilirken; bazı devletlerin yasal düzenlemelerinde ise iklim mültecilerine yönelik herhangi bir koruma öngörülmemiş. Bazı devletler de 1951 Cenevre Konvansiyonu’nda yer alan mülteci tanımının iklim mültecilerini kapsayacak şekilde genişletilmesini önermiş durumda. 

Sonuç itibarıyla iklim değişikliği; sistemik yapısı gereği, pek çok alt sistemi etkileme özelliğine sahip. Bu etkilerin en önemli sonuçlarından bazıları şüphesiz; şiddetli seller, orman yangınları, aşırı ve beklenmeyen ani hava koşulları ve buna bağlı olarak ekosistemin ve içinde yaşayan türlerin yok olması. Ancak iklim değişikliğinin, insanoğlunu etkileyen, çok boyutlu yapısıyla da gündem oluşturan sonuçlardan biri ise kuşkusuz iklime dayalı zorunlu göç hareketi. Uzmanlara göre iklim değişikliği nedeniyle ortaya çıkan iklim mülteciliğinin önünü kesebilmek için, fosil yakıt kullanımının önüne geçmek, sera gazı salımını sıfıra indirmek, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, aşırı tüketim ve israftan kaçınmak şart. Hiç şüphesiz çevreye en fazla zarar veren sanayileşmiş ülkeler, iklim mültecilerine koruma sağlayarak ve verdikleri zararları tazmin ederek katkıda bulunmak zorunda. Ancak bu zorunluluğun da ötesinde, doğanın ve çevrenin korunması için acil önlemlerin alınması ve bu önlemlere bütün devletlerin uymasının sağlanması kaçınılmaz.