09 Eylül 2021

Edebiyata karışan renkli şehirler

Küresel pandemi, son 1,5 yılda hayatımızın her alanını etkilerken turistik gezilerin de büyük ölçüde askıya alınmasına neden oldu. Ancak gezip göremesek de usta edebiyatçıların güçlü kalemi sayesinde romanlarda kendimizi dünyanın en güzel şehirlerini dolaşırken, oradaki insanların hayatını paylaşırken bulabiliriz. İşte hayal ederek de olsa kahramanlarıyla birlikte bizi uzaklara götürecek birkaç roman…
  
Pandemi bütün hayatımızı birçok alanda olumsuz etkilese de, evde daha fazla zaman geçirmeyi fırsat olarak değerlendirenler için uzak şehirlerdeki atmosferi hissetmek bir hayal olmayabilir. Nasıl mı? Kitaplarla tabii ki… Daha kontrollü yaşamaya devam edilen şu günlerde, fiziki olarak gezilemese de, kitaplarla dünyayı turlamak, kahramanların gözünden günümüz ve geçmiş dönem kentlerine göz atmak, şehri ve kültürünü anlamak mutluluk verebilir. Öyleyse sizi en güzel kentlere götürecek kitaplardan birini elinize alın, koltuğunuza yaslanın ve hayal etmeye başlayın…
 
​​Melekler ve Şeytanlar – Dan Brown
Roma - Vatikan
Da Vinci Şifresi kitabını okuyanlar, Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon’a da aşinadır kuşkusuz. Melekler ve Şeytanlar romanı da yine bu kahramanın etrafında gelişiyor. Bu kez konu, efsanevi gizli örgüt Illuminati… Galileo zamanından beri Katolik Kilisesi'nin bağnaz yönlerini lanetleyerek bilimi yücelten, diğer yandan cinayetler işleyen bu örgüt, kendine son kurban olarak parlak bir fizikçi olan Leonarda Vetra’yı seçer. Ceset, korkunç bir cinayetin izlerini taşır. Tek gözü oyulmuş ve göğsü örgütün sembolüyle dağlanmıştır. Profesörün son buluşu olan güçlü ve çok tehlikeli enerji kaynağı karşımadde çalınmış, yeni papa seçiminin gerçekleşeceği gün Vatikan Şehri'nin altına saklanmıştır. Langdon, Vetra'nın meslektaşı ve aynı zamanda kızı olan Vittoria ile medeniyeti yok olmaktan kurtarmak amacıyla Roma sokaklarında, kiliselerde ve katakomplarda soluk soluğa koşuşturarak ve 400 yıllık izi sürerek Illuminati'nin cinayetlerini önlemeye çalışır.

Aslında bu macera romanı aynı zamanda Roma ve Vatikan’ın sokaklarını, bina ve kiliselerini ve hattâ gizemlerini gözler önüne seren bir gezi kitabını da çağrıştırıyor. Gizli tarikatlar ve binlerce yıllık sırların konu örgüsü altında, pagan sembolizminden, Hıristiyan dünyasının önemli noktalarına, sanat tarihinin değerli eserlerinden, en kıymetli mimari yapıtlara kadar Roma’nın dört bir yanını gezdiriyor. Toprak, hava, ateş, su elementlerinin oluşturduğu haç biçimli yol üzerinde yer alan noktalar arasındaki en eski ruhani yapı Pantheon, Hıristiyanlığın ana merkezi Vatikan, Vatikan’ın altında bulunan ve sadece araştırmacıların girmesine izin verilen, Galileo’dan Newton’a kadar pek çok eski bilim insanın el yazmalarının bulunduğu oksijenden arındırılmış kütüphane, Roma’nın en güzel meydanlarından olan Navona Meydanı, Bernini ve Caravaggio’nun eserlerini görebileceğiniz Santa Maria della Vittoria Kilisesi, kitapta Illuminati merkezi olarak bahsedilen ve kötü şöhretiyle bilinen Kutsal Melek Kalesi ve çok daha fazlası romanda fon olarak kullanılıyor ve okura bu güzel kenti gezdiriyor.
 
Düşüş – Albert Camus
Amsterdam
“…gerçekten de cennet bu değil miydi, aziz bayım: Doğrudan kavrayarak yaşamak? Benim yaşamım böyle oldu işte. Hiçbir zaman yaşamayı öğrenme gereksinimi duymadım. Bu konuda daha doğduğum zaman her şeyi biliyordum…"

1956’da, Camus’nün bir trafik kazasında ölümünden dört yıl önce yayımlanan Düşüş, bir zamanlar Paris’te saygın bir avukat, soylu davaların savunucusu ve çapkın bir erkek olan Jean-Baptiste Clamence’in Amsterdam’da köhne bir barda geçmişini anımsamasıyla başlıyor. Kendisiyle yüzleşirken geçmişteki kesinlikler belirsizliklere, başarılar başarısızlıklara dönüşüyor. Clamence’in itiraflarında, elini taşın altına koymadan yaşayanların öyküsü vardır. Onun “düşüş”ü hepimize ulaşır. Camus’nün, burjuva ahlak anlayışını incelikle alaya aldığı Düşüş, başarılı tekniğiyle de öne çıkan bir roman olmanın yanı sıra, alt metinde kanallar şehri Amsterdam’ı merkeze alan etkileyici bir eser olma özelliği de taşır.

Kurgu Amsterdam’da köhne bir barda başlasa da, örgüsünde kanallar şehrini boydan boya gezdiriyor. Bir dönem evsizlerin yaşadığı, şimdilerde ise son derece popüler olan tekne evlerden, pencerelerinde rengârenk sardunyaların olduğu, ön cepheleri hafif öne eğik eski binalarına (çok yağan yağmurlara önlem için), Rembrandt Meydanı’nından tahta takunyalara ve hattâ yel değirmenlerine kadar pek çok unsur, kurgunun alt metninde geçiyor. Kitap, bir avukatın iç sorgulamaları kadar, savaş sonrası toparlanmaya başlayan Amsterdam’a farklı bir bakış açısıyla renk katıyor.

shutterstock_105440606-(1).jpg
 
Dönüşüm – Franz Kafka
Prag
Kafka’nın hangi kitabı okunursa okunsun, Prag’ın izlerini bulmamak mümkün değil. Kentin karanlık renklerinden bunalan Kafka’nın yarattığı karamsar, ama bir o kadar da etkileyici kitaplar, Prag’ın ruhu, buradaki hayatın ağır akışı, belki de dönemi çalkantılara sürükleyen “milliyetçilik” hakkında ipuçları veriyor. Zira Kafka, o dönemde Prag’da çok sevilmeyen, Yahudi toplumunun bir ferdi. Ailesi küçük burjuva, kendisi de avukatlık eğitimi alıyor. Toplum tarafından dışlanmanın yanında aile içinde de sevilmemenin sıkıntısını yaşıyor genç yazar. Mesafeli, sert ve sevgisiz olan babası Kafka’nın yazılarındaki karamsarlığın temeli olmuş gibi görünüyor.

Dönüşüm romanında bir gün uyandığında böceğe dönüştüğünü anlayan Gregor Samsa’nın düş kırıklığı ve korkusu, aslında toplumda ezilmek, yok sayılmak, “insan yerine” konmamak, hele ki aile tarafından aşağılanmayı hazmedemeyen Kafka’nın anlamlı bir metaforu aslında… İnsanların hattâ ebeveynlerinin bile onu hor görüp ona yardımcı olmak için harekete geçmemeleri, odaya kilitleyerek herkesten utançla gizlemeleri, küçük burjuva çevrelerdeki aile yapısının da ipuçlarını veriyor. Aslında kapalı kapılar ardında dışarıdan göründüğü kadar “mükemmel” ilişkiler olmadığının görüntünün sadece uzak bir yanılmasa olduğunun altı çiziliyor… Tüm aile metoforunun altında ise sevgisizlik ve karamsarlıkla yoğrulmuş dönemin Prag’ı anlatılıyor aslında.

Her ne kadar inkâr etse, sevmediğini söylese de, aşk ve nefret ilişkisi var yazarla Prag arasında. Örneğin Dava’da Josef K.’yı idama gönderirken onu Charles Köprüsü’nün üzerinden geçiriyor. Kahraman, infaz sırasında bitişik binanın üst katında yanan bir ışık ve açılan pencereden kollarını uzatabildiği kadar uzatan bir insanı fark ediyor. Bu kol, Josef K.’ya umut veriyor. Kafka’nın burada anlatmak istediği, Bay K’nın zaten yaşamı kader, baskın yönetim, ya da dünya tarafından tutuklanmış; fakat bunun bilincine hiçbir zaman varamamış olması. İster otoritenin kendisi, ister Prag’ın karamsar yüzü olsun; tüm bu umutsuzluğun yanında önemli bir donedir umudu simgeleyen kollar. Belki de Kafka, Prag’a bir şans veriyordur kimbilir?

Ve sevdiği kadına, Milena’ya yazdığı mektuplar… Kafka, Prag’dan bahsediyor mektuplarında, ama bu kez sevgiyle: “Ve 38 yıllık yolculuğumda şu ana kadar yaptığım en iyi yolculuktu Prag. 38. yaşımın bana getirdiği bütün güzellikler gibi. Geç kaldığım ama iyi ki farkına vardığım sevgiliyi tanımak gibi. Kollarında huzuru bulmak, tüm kelimelerin ötesinde, tüm zamanların üzerinde buluşmak gibi. Gerçek yaşamdan çalıp masal diyarına geçmek gibi. Dört gün boyunca adım adım gezdim tüm sokaklarını. Sokak çalgıcılarının melodileriyle dans ettim kimi zaman, sonbahar yaprakları süzüldü üzerime, sonbaharın her tonunu seyrettim Petrin Tepesi’nde. Bir hafta sonu yeter Prag için dediler. Dört gün yetmedi bana. Prag’dan geçmedim ben, Prag’ı yaşadım. Yine gider misin deseler yine giderim. Yine yürürüm aynı yolları adım adım. Aynı hazla.” Çünkü bu kez âşık... Karanlık renkleriyle, sevgisizliğiyle bunaldığı kenti, Milena’nın gözleriyle görüyor. Kafka’nın gözünden karamsar veya umutlu Prag’ı görmek isteyenlerin karıştırması gereken kitaplar bunlar.

  shutterstock_110794295.jpg