24 Şubat 2022

“Benim için tiyatro ‘hayat’ demek”

Türk tiyatrosuna damga vurmuş usta oyunculardan Nevra Serezli, 11 yıl aradan sonra “Ağaçlar Ayakta Ölür” oyunuyla geçtiğimiz yıl sahnelere geri döndü. Nevra Serezli ile seyirciyle yeniden buluşmanın heyecanını ve kabarelerden müzikallere, komedilerden dramlara 55 yıllık sanat hayatını ve ötesini konuştuk.
 
YAZI
Mine Akverdi Denktaş
 

Yarım asırdan uzun zamandır, 55 yıldır sahnede Nevra Serezli... Dormen Tiyatrosu’dan, Çevre Tiyatrosu’na, Devekuşu Kabare’den Hisseli Harikalar Kumpanyası’na birçok tiyatro topluluğuyla sayısız oyunda rol aldı. Usta oyunculuğu ile hafızalarda yer ederken, sahnedeki müthiş ışıltısı ve enerjisiyle, hayattaki saygın duruşuyla tüm Türkiye’nin gönlünde taht kurdu.

Son yıllarda sahnelerden biraz uzak kalmıştı Nevra Serezli... Ancak geçtiğimiz yıl, 11 sene aradan sonra, Tiyatro Kare’nin yeni oyunu “Ağaçlar Ayakta Ölür” ile tiyatro sahnesine geri döndü. İspanyol yazar Alejandro Casona'nın yazdığı, Nedim Saban’ın yönetmenliğinde hayat bulan “Ağaçlar Ayakta Ölür”de sağlık sorunları nedeniyle ölmeden önce torununu son kez görmek isteyen, ancak yalanlarla dolu bir oyuna sürüklenen babaanne rolünde karşımızda. Yeni oyunla tekrar seyircisiyle buluşan ve çok sayıda ödül toplayan Nevra Serezli ile tiyatroyla dopdolu geçen bir ömrü konuştuk.
 
Yarım asrı aşkın bir zamandır sahnedesiniz…

Vallahi öyle, 1966’dan beri sahnedeyim. En çok oyun oynayan oyunculardan biriyim. Çok az ara verdim. 11 yıl öncesine kadar her sene oynadım. Çevre Tiyatrosu’nda sekiz sezon her sene oyunum vardı; Dormen Tiyatrosu’nda öyle, Tiyatro İstanbul’da öyle, sonra Kastelli Vakfı’nda müzikal, ardından dört sene üst üste Hisseli Harikalar Kumpanyası…
 
Şimdi “Ağaçlar Ayakta Ölür” oyunuyla 11 yıl aradan sonra tekrar sahnedesiniz. Bu uzun aradan sonra tekrar sahneye çıktığınız ilk gece büyük bir tezahüratla karşılandınız ve oyunun sonunda ayakta alkışlandınız. O ilk gece neler hissettiniz?
Ben sahnede, daha merdivenin üstünde ilk göründüğüm an, bütün seyirci beni görür görmez çok coşkulu bir şekilde alkışlıyor. Zannedersiniz ki, Nedim Saban merdivenin üstüne ışığı parlatıp “Nevra Abla geri döndü” mizanseni yapıyor. Ama hayır, hepsi metinde yazıyor; “Işık yanar ve babaanne merdivende elinde bastonuyla görünür” diye... Öte yandan çok denk düştü, seyirci beni gördüğü an alkış kopuyor. Bu, saygıdan ötürü bir alkış, çünkü henüz ağzımı açıp bir laf bile söylememişim. Bu tamamıyla benim Nevra Serezliliğime gelen bir alkış. Oyunun sonunda gelen alkışsa tabii ki çıkarttığım oyuna. O da eşdeğer derecede büyük bir haz.

Her gece 600-700, hattâ 1000 kişiye oynadığınızda sahnedeki bu enerji sizi ayakta tutuyor. Ve eve gelince şöyle düşünüyorum: Ne kadar şanslı bir kulum ki, her seferinde en az 600 kişi güzel enerjisini bana aktarıyor. Bundan daha büyük bir lütuf olamaz. Onun için hep Tanrı’ya şükrediyorum bu yaşımda ayakta, güçlü, akıllı, çalışan, ağzı da laf yapabilen ve tüm bunlara enerjisi olan biri olabilmemi sağladığı için... Mesela yarın 8 saat yol gideceğim ve hem matine hem suare oynayacağım; bütün bunlar sahneden, seyirciden aldığım enerjiyle ilintili. Hissediyorsun! Sana insanların gözlerinden, sevgiden ve alkıştan gelen enerjiyi resmen hissediyorsun.
 
Arada geçen 11 yılda neler yaptınız?
Çok teklif geldi. Her yaz Bodrum’da eve sürekli kargo şirketleri çalışıyordu. Arkadaşlarım, tiyatro sahipleri “Nevra Abla sana bir tekst gönderiyorum lütfen oku,” diyerek oyunlar gönderiyordu. Ama ben beğenmiyordum. Yoktu gerçekten; benim yaşıma uyacak, yaşadığımız devre uyacak, kaliteli olacak… 11 sene aradık şu piyesi. Bir gün Bodrum’da aklına geldi Nedim’in. Oynayacağım oyunun bir alt yazısı olması lazım. Bu piyes de müthiş bir aile hikâyesi. Bir aile dramı ve travmasını anlatıyor. Çok güldürüyor, çok da ağlatıyoruz. Çok severek oynuyorum. 1950’lerde yazılmış bir oyun. Ben daha kolejde öğrenciyken Macide Tanır bunu Ankara Devlet Tiyatrosu’nda oynamıştı. Kolejin son sınıfındaydım, hattâ Macide Tanır’a mektup bile yazmıştım, “O oyunu nasıl oynadınız?” diye. Yıllar sonra tanışma şansım da oldu. Metin’i ve beni çok sevdiğini söylemişti. Çok beğendiğim bir aktristir. Macide Tanır, Yıldız Kenter, Tomris Oğuzalp bunlar benim idollerim, çok beğendiğim müthiş kadın oyuncular.
 
İlk sahneye çıktığınız günü hatırlıyor musunuz?
Hatırlamaz olur muyum? Profesyonel olarak ilk oyunum “Cengiz Han’ın Bisikleti”nde Gül Hanım… Ama tecrübeliydim, çünkü öncesinde kolejde okurken, 5 yıl boyunca her sene en az 2-3 piyes oynardım, hem de İngilizce olarak. Son yıl da “My Fair Lady” müzikalini oynamıştım; hem de işçi sınıfına özgü “Cockney” aksanını öğrenmiş, o aksanla oynamıştım. Tek piyanoyla şarkı söylüyordum, bu ilk müzikal deneyimimdi. Kolejin en sevilen, en çok seyredilen oyunu olmuştu. Müthiş bir hocam vardı; meşhur profesör Fahir İz’in eşi Dorothy İz. Benim konservatuvar eğitimim o hocadır. İngiliz tiyatrosu, İngiliz edebiyatı okumuştu. İngilizce öğretmenliği yapıyordu ve Shakespeare’den modern tiyatrolara ne varsa hepsini ondan öğrenmiştim. Konservatuvara gidemedim, zamanlama tutmadı ama müthiş bir eğitimden geçtim.
 
O zamanlar tiyatro sizin için ne ifade ediyordu?
Tiyatro benim için hayattı. Kendimi bulurdum. Acayip ders çalışırdım ki derslerim iyi olsun, annem babam tiyatro provalarına gitmemi engellemesin diye. Amerika’da tiyatro okumak için burs almak istiyordum. 7-8 üniversiteye başvuru yapmıştım, kazanacağımdan da emindim. Ama olmadı, kabul edildim ama burslu değil paralı olarak. Gitmem mümkün olmadı. Nasıl yıkıldığımı anlatamam. Hayattaki ilk travmanız nedir derseniz işte oydu. İsterdim Amerika’da tiyatro okumayı. Ama ondan sonra hayat bana çok güzel yollar açtı, Haldun’la (Dormen) tanıştım, Metin’le (Serezli) tanıştım, her oyunda başrollerle başladım. Hayat bana çok hediyeler verdi. Hep şanslı oldum o açıdan açıkçası.
 
Peki şimdi tiyatro size ne ifade ediyor? Sizin için anlamı yıllar içinde değişti mi?
Hayat! Başka bir şey olabilir mi! Şu anda Samsun’da bir otel odasında akşamki oyunu bekleyen bir kadın hâlindeyim. Daha ne diyebilirim ki... Ve doymuyorum! Seneye hangi rolü bulurum, bir piyes daha çıksa hangisi olur… Böyle bir hırs var içimde hâlâ. Televizyonda mesela birini iyi oynarken görüyorum, kıskanıyorum. “O rolü keşke ben oynasaydım,” diyorum. İşte o zaman genç olmak istiyorum. Şu anda çok daha genç olsaydım bütün bu dizilerdeki güzel kadın rollerini oynayabilirdim. Bütün yorgunluğun karşısında fiziksel olarak tutkudan başka hiçbir şey sizi ayakta tutamaz. Sevgi olmasa, aşk olmasa, bir adrenalin olmasa, bir itici güç olmasa insan devam edemez. Ama işte ne kadar hasta da olsan yine o sahneye çıkıyorsun.
 
Sahneye çıkarken hâlâ heyecanlanıyor musunuz?

Evet. Oyundan, rolümden, laflarımdan eminimdir ama yine de ufak bir heyecan her zaman olur. Yıldız ablanın (Kenter) çok güzel bir lafı vardı: “Aynı oyunu oynamıyoruz ki her gün, her seferinde seni ilk defa seyretmeye gelen başka bir 500 kişiye oynuyoruz,” derdi. Bu fikir çok güzel. Her seferinde yeni insanların karşısına çıkıyorsun. Ayrıca her şey ters gidebilir. Geçen gün mesela oyun sırasında yukardan, çatıdan yağmur damlamaya başladı pat pat diye sahnenin ortasına. Öyle oynadık. Yani her an her şeye hazır olmak gerek; ışık kesilebilir, ayağınız kayıp düşebilirsiniz, biri fenalaşabilir, yani sahnede her an ip cambazı gibisiniz.
 
Oynadığınız bütün oyunlar arasında en keyif aldığınız dönem hangisiydi?
Müzikalleri oynadığım dönem... Geçenlerde Instagram‘da gezerken tesadüfen gördüm; bizim Devekuşu Kabare’nin “Aşk Olsun” müzikalini koymuş birisi. Orada Zeki (Alasya), Metin (Akpınar) ve ben, üçümüz şarkı söyleyerek öne doğru yürüyoruz. O kadar hoşuma gitti ki o günlere döndüm. “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, “Geceye Selam”, “Şen Sazın Bülbülleri”, “Sait Hop Sait”, “Geceler”, “Deliler” bütün o müzikallerde üst üste oynadım. Kabarelerde müzikle çıkardık, dans ederdik, finalini de dansla bitirirdik. Müthiş bir keyifti. İlk Ankara’da “Durdurun Dünyayı İnecek Var” müzikalini Genco Erkal ile oynadım. O da hayatımda unutmadığım bir tecrübedir. “Çılgın Sonbahar”ı çok severek oynadım, “Altı Hafta Altı Dans Dersi”ni birlikte dans ettiğim Cihan Ünal ile beş sezon oynadık. O dönemler yanlara iskemle, merdivenlere seyirci aldığımız dönemlerdi. Bu müzikaller çok sevildi. Müzikal yapmak çok zor bir iştir, pahalıdır. Dansçısı, müzisyeniyle kalabalık olduğundan turnelere çıkmak kolay değildir. Yıllar sonra birçok müzikal denendi ama maalesef o zamanki gibi tutmadı. Son dönemde “Amadeus” iyi gidiyor. İzledim, bence muhteşem bir prodüksiyon. İyi oyun olunca seyirci hakkını veriyor. Bizim oyun da hep dolu salonlara oynuyor.
 
Pandeminin kapanma döneminde Instagram’dan arşivlerinizden fotoğraflar paylaşmışsınız ve o da büyük ilgi görmüş…
Çok büyük ilgi gördü. Ben onu bir sabah sıkıntıdan yapmıştım. 65 yaş üstüne evden çıkmak yasaktı ya; ben de evde boş boş otururken Metin’in eski albümlerini karıştırıp güzel fotoğrafları çocuklarla paylaşıyordum. Derken bir tanesini nostalji olsun diye Instagram‘a koydum; aman bir ilgi, bir ilgi... Sonra haydi ertesi gün de koyayım dedim. Ondan sonra olay öyle bir hâle geldi ki, her sabah insanlar benden fotoğraf beklemeye başladı. Mesela sabah kalkıyorum, bir bakıyorum mesaj yağmış, “Bu sabah resim paylaşmadınız,” diye.
 
Sizce o dönemlere bir özlem mi var? İnsanlar neyi özlüyor?
Vallahi insanlar bence samimiyeti özlüyor. Birazcık da belki bu dijital ve mekanik dünyadan kaçışı özlüyor. Çok gençler için konuşmuyorum ama orta yaş ve biraz orta yaş üzeri, bizim devrimizi nostaljik bir şekilde hatırlıyor, anıyor. Kendinden bir parça buluyor.
 
Komedilerin de ayrı bir cazibesi var, değil mi?
Tiyatroda sahnede iken seyirciden gülme gelince müthiş bir şekilde yükseliyorsun; golü attım diye düşünüyorsun. Bunlar genellikle kabarelerde oluyordu, çok büyük reaksiyon geliyordu seyirciden. O kadar mutlu oluyorsun ki... Alamadığın zaman da bir o kadar mutsuz oluyorsun. Alışkanlık yaratıyor, istiyor insan...
 
Çoğunlukla kabareler, komediler oynadınız. Oynayamadığınız için içinizde kalan bir rol var mı?
Beni hep o kalıba soktular. Sarışın, mavi gözlü, mini etekler, seksi kıyafetler giyebilen, şen şakrak, vıdı vıdı, şıkır şıkır bir kadın. Kimse hanım ağa veya köylü kadın rolünde aklına getirmiyor beni. Ve dikkat edin, o roller de hep belli oyuncularımıza veriliyor. Televizyonda bir çocuk bir dizide bir rolü oynuyor, sonra başka dizi başlıyor gene aynı çocuk aynı tip rolle karşımızda. Yakışıklı orta yaşlı holding patronu deyince beş kişi var mesela. İşin kolayına kaçıyorlar. Yeşilçam da böyleydi. Mesela Hulusi Kentmen hep patrondu; bazen çok iyi bir patron, bazen gaddar bir patron... Metin’e de aynı şeyi yaptılar. Gazino patronu, başroldeki kadına âşık, yakışıklı, ama kötü adam. Metin’in bir tane takım elbisesi vardı gri çizgili. Hangi filme patron rolüne çağırsalar aynı takımı giyerdi. “Evden şık bir takım getir abi,” derlerdi. “Metin, bu sefer de başka bir takım götür,” derdim. “Yok, zaten seyirci beni tanıyor artık, beş film önce de bu rolü oynadım,” derdi. Aynı takımla giderdi; yani o kadar...
 
Sizin, bulunduğunuz ortama ışıltı saçan bir enerjiniz var. “Komik bir insanım” diyorsunuz aynı zamanda. Bunlar komediye de yakışıyor mutlaka…
O biraz aslan burcu olmamdan kaynaklanıyor. Ayrıca ben komiğimdir gerçekten. Neşeli olduğum zaman çok taklit yaparım. Torunlarımın taklidini yaparım, en fazla da kendi taklidimi yaparım, kendimle gırgır geçmeyi severim. Ama Metin’i kaybettikten sonra biraz neşem yok oldu. Her dakika burnumun ucunda ağlama hisleri oluyor. Hattâ bu oyunda son sahneye girerken fazla akıyor gözyaşım. Şuur altında o özlem var ya, o bazen beni fazla duygusallaştırıyor. Ama hep şükrediyorum iki büyük mutluluğum olan oğullarım var, herkese nasip olmayacak iki gelinim, beş torunum var, kardeşim ve onların çocukları var… Mutlu ailem olsun, efendi çocuklarım olsun, torunlarım olsun, ailemiz güzel gitsin, kavga gürültü olmasın, hep bunu istedim. Güzel bir ailenin içinde olmak benim için en önemli şey.
 
İmaj olarak da halkın gözünde hayatı düzgün yaşayan, saygın bir insan olarak yer alıyorsunuz…
O işte aile sevgisinden... Şöhret konusunda, şimdiki tabirle, “star olayım, diva olayım” diye bir hırsınız olmayınca, “bir yerlere çıkayım, birileriyle polemik yapayım, her gün gazetede ismim çıksın” diye bir sorununuz olmayınca, kendi kapalı küçük dünyanızda mutlu, bahtiyar yaşıyorsunuz. İnsanlar bunu görüyor. 5 yaşından 105 yaşına kadar kiminle karşılaşsam “Sizi çok seviyoruz, çok saygı duyuyoruz, harika bir insansınız,” diye boynuma sarılıyorlar. Beni kendilerinden biliyorlar. Sizin kendi yaşantınız ve dünyaya bakış açınız nasılsa, halk tarafından onun değeri veriliyor size. Benim en büyük başarım hayatta bu. Ukalalık gibi olmasın ama, odalar dolusu ödülüm olsa da inanın küçücük bir çocuğun gelip bana sokakta sarılmasından daha büyük bir ödül yok.
 

Röportajın tamamına Bizden Haberler dergisinin Şubat sayısından ulaşabilirsiniz. 
 

Fotoğraf galerisi