15 Aralık 2022

Tüketici ve çevreyi buluşturan ortak nokta: Eco-awakening

Gezegenimizin karşı karşıya olduğu en büyük problemlerden bir tanesi şüphesiz ki iklim krizi… Üstelik bu durum hem doğal yaşamı hem de canlı türlerinin geleceğini önemli ölçüde tehdit ediyor. Bu gidişata “dur” demek isteyen insanoğlu, tüketim alışkanlıklarını sürdürmeye devam ederken artık çevreyi de hesaba katıyor. Kısaca, tüketirken çevreyi de düşünen bir tüketici bilinci ortaya çıkıyor: Eco-awakening… 

Doğa ananın kaynaklarını her zaman cömertçe altın tepside kendisine sunacağı masalına inanan insanoğlu; hatasının bedelini iklim kriziyle ödemekle karşı karşıya… İşte tam da bu sebeple hayatımızının içerisine  çok yeni olmasa da bir tutum dahil oldu: Eco-awakening. Dilimizdeki tam karşılığı ekolojik uyanış olan bu kavram; bilinçli tüketiciler sayesinde üzerindeki tozu atmış durumunda. Peki ekolojik uyanış konusunda tüketiciler daha fazla bilinç oluşturmak için nasıl bir yol izliyorlar? Hazırsanız başlıyoruz.

İnsanların barınma ihtiyacı, temiz gıdaya ve su kaynaklarına erişim isteği tarihin tozlu sayfalarında dahi karşımıza çıkıyor. Öyle ki, insanoğlunun geçmişten bugüne aktardığı içgüdü ile her zaman için yaşamını daha kolay bir hale getirecek yerleri ve alanları kendine mesken edindiği görülüyor. Tüm bunları bilmesine rağmen medeniyetlerin gelişmesiyle birlikte doğa üzerinde üstünlük kurduğunu düşünen insanlık, şimdilerde ise önüne çıkan hesabın büyüklüğü ile karşı karşıya… Yeşilliğin binbir tonuna ev sahipliği yapan ve tabir-i caizse dünyanın akciğeri olarak tanımlanabilecek Amazon Ormanları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Tabii bu durum burada varlığını sürdüren bitkilerin ve diğer canlı türlerinin de sonunun yaklaştığı anlamına geliyor. Buna ek olarak kara ve deniz ticaretinin gelişmesiyle beraber kıtalar arası taşımacılığın yapılıyor olması, en kısa mesafeye giderken bile yürümek yerine araba kullanmanın tercih edilmesi ve daha pek çok etken de karbon ayak izini büyütmeye devam ediyor. Üstelik teknoloji ile bu durumun bir nebze olsun kırılacağı düşüncesi ortaya çıkmış olsa da akıllı telefonların kullanımı, bilgisayar ve internetin dijital ayak izlerini oluşturarak yangına körükle gitmesi de cabası. Özetle günlük yaşamdan iş yapış şekillerine kadar hayatımızı üzerine kurduğumuz ve artık ne yazık ki vazgeçemeyeceğimiz alışkanlıklarımız dünyanın sonunu getirmek üzere. Peki bu gidişatı değiştirmek için nasıl bir tutum izleyebiliriz? Yoksa bu mutlak sonun önüne geçmek için çok mu geç kalındı? 

Zaman dar, kaynaklar sınırlı… 
Geçip giden her dakikanın insanlığı tehlike çanlarını duymaya ne yazık ki daha fazla yaklaştırdığını görüyoruz. Evet, belki de gelinen noktada var olan sosyo ekonomik yapının dinamiklerini yeniden düzenlemek çok kolay olmayabilir. Ancak işe de bir yerden başlamak gerektiği konusunda farkındalık sağlayan ve ekolojik uyanış bilinciyle hareket eden tüketiciler önce kendi daha sonra dünyanın en önemli sektörlerinin alışkanlıklarını değiştirmesi yolunda büyük bir kamuoyu baskısı oluşturuyorlar. Çevre bilinci ve tüketim alışkanlıkları günümüzde birbirinden ayrılmaması gereken bir yaşam biçimi haline geldi. Dünyamızda yaşayan canlı popülasyonuna şöyle bir göz attığımızda hayvan ve bitki türlerinin giderek azaldığını; bir kısmının ise neredeyse yok olmak üzere olduğunu görüyoruz ki bu insanoğlunun yaşamını idame ettirebilmesine sekte vuracak başlıca noktalardan bir tanesi. Çünkü biyoçeşitlilik; temiz su, barınma ve temiz gıdaya erişim gibi temel ihtiyaçlarımızın tümünü kapsıyor. Üstelik günümüzde modern eczacılığın önemli bir kısmının yağmur ormanlarında var olan bitki türlerinin kullanılarak yapıldığı göz önünde bulundurulduğunda durumun vehameti daha da ortaya çıkıyor. Tüm bunlar  dikkate alındığında kendinden sonraki nesillere daha iyi ve yaşanabilir bir dünyayı miras bırakmak isteyen tüketicilerin çevre bilinciyle hareket etmesi de pek tabii kaçınılmaz oluyor.

Zaman içerisinde insanların neredeyse %70’e yakınının şehirlerde yaşayacağı tahmin ediliyor. İnsanoğlunun kentleşmeyle beraber toprak ile bağı yavaş yavaş kesilse de, bu durum sadık yarine vefa borcunu ödemek isteyen, ekolojik olarak bir farkındalığa sahip olan kitleyi de var ediyor. Doğayı ve bünyesinde barındırdığı zengin biyoçeşitliliği korumak isteyen tüketiciler, sürdürülebilir ürünlere daha fazla ilgi gösteriyor. Üstelik bu durum sadece satın alınanlarla sınırlı kalmıyor; üretici firmaların misyonlarının da sürdürülebilirlik üzerine kurulu olup olmadığının incelenmesinin önünü açıyor. Hal böyle olunca bu politikayı gütmeyen şirketlerin de tüketici nazarında pek de bir değeri olmayabiliyor. Çevreyle birlikte el ele hareket eden tüketicilerin ensesinde boza pişirdiği alanların başında moda ve tekstil sektörü geliyor. Yerel ya da global fark etmeksizin başlatılan ufak çaplı bir kamuoyu, kelebek etkisi yaratarak bu endüstride varlık gösteren şirketleri sürdürülebilir hammadde kullanmaya sevk ediyor. Pek tabii aynı durum kozmetik ve ilaç sektörü için de geçerli. Peki bütün bu kollektif çabaya ve markaların üretim alanında ön ayak oldukları güncel örneklere rağmen neden dünyanın halen daha tehlikede olduğunu söylemeye devam ediyoruz? Ne yazık ki devletlerin ekonomik gelir düzeyinin eşit olmaması, her ne kadar uluslararası anlaşmalarda imzalar atılsa da uygulamaya geçilmesinde bir takım zorluklar yaşanması tam bir kenetlenmeyi şu an için mümkün kılamıyor. Dolayısıyla çevrenin tüm insanlık tarafından el birliğiyle korunması için öncelikli olarak devletler arasında eşit olmayan gelir dağılımlarını dengelemek gerekiyor. Bu durumun şimdilik kollektif bir hareketle neticelenmeyeceğinin farkında olan tüketiciler de bireysel olarak bu konuda önlem alma yoluna gidiyor. Tüm bunların sonucunda ise ekolojik farkındalığa sahip olan tüketici grubu ortaya çıkıyor.