10 Mayıs 2024

Toplumsal fayda hayırseverlik ve geleceğe adanmış bir hayat

Hayatı boyunca toplumsal faydayı ve sorumluluğu üstüne vazife edinen Vehbi Koç'un misyonunu 1969 yılından bu yana devam ettiren Vehbi Koç Vakfı, yaşamın en temel gereksinimleri olan eğitim, sağlık ve kültür alanlarında yönetimini üstlendiği kurumlar, desteklediği projeler ve düzenlediği programlar aracılığıyla Türkiye'ye fayda sağlamayı amaçlıyor. Buradan hareketle, yıllar içinde Vehbi Koç Vakfı'na hizmet etmiş veya yolu vakıf ile kesişmiş, ülkemiz meseleleri için elini taşın altına koymuş ve hayırseverliği bir yaşam biçimi haline getirerek daha iyi bir gelecek konusunda bize ilham verenleri dinlemek istiyorsanız, sizi Vehbi Koç Vakfı sohbetlerine davet ediyoruz. İlk bölümümüzün konuğu Sayın Semahat Arsel. Koç Holding ve Vehbi Koç Vakfı'nın kurucusu, Türkiye'nin gelişimini üstüne vazife edinen gerçek bir hayırsever Vehbi Koç’un ve Koç Holding'in kurucu ortaklarından Sadberk Koç'un ilk çocuğu. İş insanı kimliğiyle 1964'ten bugüne Koç topluluğuna önemli katkılarda bulunan Semahat Hanım, 1969 yılından itibaren de babası Vehbi Koç'un göz bebeği olan Vehbi Koç Vakfı'nın idare heyetine dahil oluyor. Vehbi Bey'in vefatının hemen ardından da vakfın yönetim kurulu başkanlığını üstleniyor.

Söyleşinin tamamını Youtube ve Spotify üzerinden dinleyebilirsiniz.
 
Semahat Hanım merhaba. Sohbetimize hoş geldiniz. Önce çocukluğunuzdan başlayalım diyorum. Çocukluğunuz Ankara'da geçti ve muazzam bir aile hikâyeniz var. Bize Ankara'da çocuk olmak nasıldı, biraz anlatabilir misiniz?

Ankara bir kere genel olarak Türkiye'nin merkezi, Cumhuriyet'in başşehri olarak diğer şehirlere, bilhassa İstanbul'a göre daha çok kontrollüdür. Benim çocukluğumda Ankara yeni yeni gelişiyordu. Ve o kadar intizamlı, güzeldi ki ben küçük bir İsviçre şehrine benzetirdim.

Peki, Cumhuriyet'in kuruluşuyla devrimlerin hayata geçirilişi ve bütün bu değişim sizi ve aile hayatınızı nasıl etkiliyordu? Evet çok küçüktünüz o zamanlar, hayal edebiliyoruz ama gene de belki anılarınızda bazı şeyler kalmıştır…

Bizim çocukluğumuzda aileler bugüne göre çok daha disiplinliydi. Bizim Koç ailesi de öyleydi. Namütenahi alışveriş yoktu. Giyimlerimiz, kuşamlarımız, her şey ölçülüydü. Daha ziyade toptan alışveriş yapılırdı. Çünkü Ankara'da mağaza sayısı bugünlere göre çok azdı. Ulaşım da zor olduğu için daha ziyade komşularla görüşülürdü. Şehre pek hanımlar, çocuklar gitmezdi. Okullar bulunduğu evin yakınlarında olurdu. Hanımlar da komşu ziyareti yaparlardı. Ancak beyler şehrin merkezine, iş yerlerine gidip gelirlerdi.

Yazları büyük bir heyecanla bağ evlerine göçtüğünüzü biliyoruz. Bugün Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi'nin, yani VEKAM'ın yer aldığı binanın da sizin yazlık eviniz, bağ eviniz olduğunu biliyoruz. Oradaki yazları bize biraz anlatabilir misiniz?

Orada biz tabiatla yaşardık diyebilirim. Bütün arkadaşlarımız taş, toprak, böcek, karınca, arı; onlarla haşır neşir, çocukların oynadığı tipik oyunları oynardık. Büyük uzun kavak ağaçları vardı, meyve ağaçları vardı bağımızda. Zamanı gelince meyveler toplanırdı. Ve bizim evin yanında küçük bir ev daha vardı. Garaj evi derdik. Onun üstüne beyaz örtüler örtülüp o meyveler oraya serilirdi. Orada olgunlaşırdı. Ağaçlarla, meyvelerle, arılarla, böceklerle yaşardık ve çok mutluyduk. Çamaşır yıkama ayrı bir törendi. Evin içindeki lavabolar kâfi gelmediği için çamaşır bahçede yıkanırdı. Bahçedeki ana musluklarda tokat denilen bir alet vardı o zaman, işte kil konulur, tokatla vurulur. Merasim gibi bir şeydi çamaşır yıkama. Hepimiz çok eğlenirdik. O çamaşır yıkamayı seyrederdik uzaktan. Sonra ekmek fırınları vardı. Ekmek fırında pişirilirdi. O ekmeğin pişirildiği gün hepimiz mutfağın önünde serilirdik. Ekmeğin kokusu… Hemen kapışırdık ilk çıkan ekmeği. Velhasıl çok çok tatlı, güzel bir hayatımız vardı çocukluğumuzda. Karınca, cırcır böceği, etrafındaki kuşlar, kelebekler öyle…

Bu güzel anılarla dolu bağ evi bugün çok başarılı bir araştırma merkezi. VEKAM, Ankara ve Ankara'nın çevresindeki bütün zenginliklere ışık tutuyor. VEKAM'ın kuruluşunda sizin çok emeğiniz olduğunu biliyoruz.

Babamın teyzesinin Ankara'da bizim bağ evimize yakın bir evi vardı. O da ahşap, klasik Ankara evi. Teyzeannenin bağ eviydi. Teyzeanne ölünce Vehbi Koç Vakfı'na kalmış o ev. Ya olduğu gibi yıkılıp satılacaktı ya da tamir, tadil ettirilecek ve okul gibi bir şey yapılacaktı. Ben tamir, tadil ettirmeyi tercih ettim. Çünkü Ankara'da doğru dürüst bir Ankara evi, o ahşap evlerden kalmamıştı. Bizim Keçiören'deki var. Çankaya bütün o eski ahşap evlerle doluydu. Cumhurbaşkanlığı devrinde herkes yıktırmış, apartman yaptırmış. Ben evi muhafaza edelim diye eski evi aynen yaptırdım. Şimdi iki tane eski ahşap evimiz var, VEKAM da onlardan. VEKAM da Ankara Araştırmalar Merkezi olarak devam ediyor.

Anladığım kadarıyla kış aylarını Ulus’ta geçiriyormuşsunuz. İlkokul 3. sınıftan itibaren de TED'e yani Türk Maarif Derneği Ankara Koleji'ne gitmeye başlamışsınız. Biraz o zamandan aklınızda kalan anıları dinleyebilir miyiz sizden?

Biz daha Ulus’taki evimizde yaşarken, o zaman Rahmi ile ben vardık. Ben herhalde 10 yaşındaydım, Rahmi de 8 yaşında, öyle bir şeydi, çok küçüktü. Babam bir dadı getirdi Avusturya'dan, Alman kadın. Dadının ilk yaptığı iş, bizim üstümüzü başımızı soymak, incecik birer fanila ve külot giydirip öylece yatağa yatırmak. Annem ise kat kat giydirirdi. O anneme çok şaşardı, annem de ona çok şaşardı. Mesela bizi otobüse bindirirdi. O zaman otobüs çok nadirdi Ankara'da. Otobüse bindirirdi, Çankaya'ya götürürdü. Oradaki sefaretlerinde diğer dadılarla, çocuklarla buluşurduk. Tuna Köprülü de o zamandan beri tanıdığımız bir arkadaşımız. Ulus’taki evde böyle yaşardık. Rahmi gitmezdi daha okula. Ben yeni yeni başlamıştım. Samanpazarı'nda bir okul vardı, bir ilkokul. Ankara'nın en iyi ilkokulu oydu. Maarif Koloji yoktu o zaman. Ankara'da yeni şehre taşındıktan sonra oraya gitmeye başladık. Oraya gittiğimiz zaman ben 3. sınıftaydım. Rahmi yeni başlıyordu. O da çok disiplinli bir okuldu. Okulla evimizin arasında 20 dakikalık mesafe vardı. Hepimiz yürüyerek giderdik, yürüyerek dönerdik. Bayağı bir yoldu. Bir elimizde çantamız, bir elimizde sefertasımız olurdu. Arabayla, vesayetle gidip gelmek ayıptı.

Atatürk'ün vefatı da sizin çocukluğunuza denk geliyor…

Ben 10 yaşındaydım. Sevgi yeni doğmuştu. Çok ağladığımı ve Sevgi’nin bu hissi hissetmediği için ne kadar şanslı olduğunu düşünmüştüm. Düşünebiliyor musunuz? O kadar içim yanmıştı ki… Çünkü biz hep Atatürk'ün sevgisiyle, Atatürk'ün kurtarıcı imajıyla büyütülmüştük. Öyle kuvvetli, öyle bir insanı kaybetmek hayatımın ilk acısı. Çok acı gelmişti. Büyük törenler oldu İstanbul'da ve Ankara'da. Günlerce sokaklarda insanlar ağlaştı.

O günleri yaşamamış olsak da bugün biz de o üzüntüyü derinden hissedebiliyoruz. Bu arada siz de kardeşlerinizin çoğaldığı, sorumluluklarınızın arttığı bir yaş dönemine giriyorsunuz…

Annem bizimle çok yakından ilgilenirdi. Rahmi erkek çocuk, ben kız çocuk olduğumuz için mi, yoksa öyle yetiştirildiğimiz için mi, hiç ama hiç kavga ettiğimizi hatırlamıyorum. Çocuklar birbiriyle kapışır ya, oyuncaklar falan, kavga ederler. Rahmi ile kavga ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Onun oyuncakları ayrıydı, benim oyuncaklarım ayrıydı. Çok anlaşırdık, sonuna kadar da öyle oldu. Ömrüm anneme ve babama karşı Rahmi'yi korumakla geçti.

Küçük kız kardeşler gelince nasıl oldu?

Küçük kız kardeşler, o ikisi birbiriyle çok kavga ederlerdi. Birbirlerinin oyuncaklarını kaparlardı. Oradan bilirdim ki bizim oyuncaklarımız ayrı olduğu için herhalde hiç birbirimize girişmedik. Kuvvetli bir şey vardı aramızda: Anneme, babama karşı birbirimizi korumak. Tarabya Tokatlıyan’da bir alan vardı çok güzel. O devrin eğlenceleri orada olurdu. Rahmi de gece oraya gitmek isterdi. Şimdiki gibi herkesin arabası falan yok. Bir tane araba var. Babama çaktırmadan, Rahmi o arabaya binecek, Tarabya'ya gidecek, gelecek. Gece yine çaktırmadan arabayı garaja koyacağız. Vallahi ben beklerdim yukarıda. İkimiz de en yukarıda yatardık, evin üstünde. Annemle babamın odaları da arkada. Rahmi gidiyor. On iki oluyor, bir oluyor, ona rağmen yok. Balkonda bekliyorum hâlâ. O gelecek ve bizimkilere çaktırmadan ben aşağı ineceğim, kapıyı açacağım. Arabaya koyacağız garaja.

Gördüğüm kadarıyla erkek kız ayırımı olmadan yetiştirilmiş dört çocuktan bahsediyoruz. Yani o zamanki kız çocuklarının okuması şart değil, evde otursunlar gibi yaklaşım sizin ailede mevcut değil.

Hem babam hem annem İstanbul'da büyümüş. Yani büyümüş diyelim 16 yaşına kadar, İstanbul'da yaşamış. O nedenle midir nedir bilmiyorum, çok esnektiler. Hiçbir zaman bir ayrım mevzubahis olmadı.

Gelenek ve göreneklerine bağlı bir aile olduğunuzu biliyoruz.

Biraz kızardım ben biliyor musunuz? Onu yaparız, olmaz ayıp, bunu yaparız, olmaz ayıp… Yani niye her şey ayıp diye sonradan düşünmeye başlamıştım. O kadar disiplinli büyütülürdük ki her şeyimiz ölçülürdü. Her şey kaliteli ama muayyen miktarlarda olsun. Aşırı hiçbir şey olmasın, fikri hakimdi o zaman.

Vehbi Bey'in ileri görüşlü bir iş insanı olduğunu biliyoruz. Ama anladığım kadarıyla annenizin de alınan tüm kararlarda çok büyük rolü var.

Annem gibi bir kadın babamın yanında olmasaydı, bence Vehbi Koç o kadar başarılı olamazdı. Annem çok çok sabırlı, çok akıllı, çok medeni, devrine göre bir insandı.

Bu arada babanız da her şeyin farkında ve anlayışlı bir babaymış anladığım kadarıyla.

Yani çok şanslıydık o açıdan. Mutlu bir ailede büyüdük diyebilirim. Babamla annemin ölçüleri, yürüyüşleri, her şeyleri uyuşurdu. Biri içeriden, biri dışarıdan. Bizleri en iyi şekilde yetiştirmek için gayret ettiler. Bir de evde babaannem vardı.

Evet. Hatta kardeşinizin, Sevgi Gönül’ün isminin konuluşunda rolü vardı, yanılıyor muyum?

Evet. Onun ismini babaannem koydu. Babaannem de çok tatlı bir hanımdı. Annem bizi azarlayınca, Rahmi babaanneme sığınırdı. Babaannem bizim koruyucumuzdu. Hemen önüne geçer annemin, “Bir daha yapmayacaklar, söyleme” derdi.

Semahat Hanım, babanız Vehbi Koç konusuna geri dönecek olursak, Vehbi Koç'un bu ülkenin ekonomik kalkınmasının yanı sıra sosyal kalkınmasının da şart olduğu görüşüne inancı var.

Vehbi Koç çok mantıklı ve dengeli bir insan bence. Annem de öyle çok mantıklı ve dengeli bir insandı. O açıdan biz çok şanslı bir aileyiz, şanslı insanlarız. Her ikisi de mantıklı olan yerlere para harcamayı, mantıksız israflardan kaçınmayı önerirlerdi. Öyle de yaşarlardı.

Vehbi Koç'un sosyal adalet fikri nasıl gelişti?

Herhalde aileden böyle ırsi bir şey vardı. Zaten sonradan öğrendiğime göre babamın babası da vakıfçılığa yatkın bir insanmış. Hatta İbadullah Vakfı diye bir vakfın üyesiymiş, kurucularındanmış. Babamın babası okumayı çok severmiş. İş hayatına hiç alışamamış. Daha ziyade evde oturan ve okumaya meraklı olan bir insanmış. Vehbi Bey'in şanslılığı her yaşadığı ve gördüğü olaydan etkilenmiş, ders almış. Ben şundan ders aldım, bundan ders aldım diye anlatırdı. Ben ondan çok etkilenirdim. Biraz para kazanmaya başladıktan, Vehbi Koç ismi yayılmaya başladıktan sonra tabii etrafında insanlar da çoğalmış. Hanımlar, beyler, sosyeteye çekmeye çalışanlar… Gördüğü, duyduğu yani yaşadığı bazı olaylardan o kadar etkilenmiş ki ben bunları yapmayacağım, normal hayatımı bozmayacağım diye hep kendi kendini frenlemiş.

Yani disiplinli bir hayat yaşamış ve bir noktada gelecek nesiller için neler yapabileceğini hayal etmeye başlamış değil mi?

Şimdi kendi anlattığına göre biraz para kazanmaya başlayınca tabii talepler de çoğalmış. Ankara'da okul yokmuş doğru dürüst. Bir taraftan da okul yaptır diye talep gelirmiş. “Kendi kendime düşündüm” derdi, “İnsan evinde okuyamaz, bir şey öğrenemez öğretmen olmadan. O nedenle ben okul yaptırmayı, eğitime daha fazla yardım etmeyi gönlüme ve kafama koydum” derdi. Öyle de yapmış.

Vakıf eğitim, sağlık ve kültür alanlarında çok güzel projeler üretiyor, kurumlar hayata geçiriyor ve gerçekten katman katman faydasını ülke geneline yayıyor. Vehbi Koç Vakfı'nın kuruluşuyla ilgili neler hatırlıyorsunuz? Yani bildiğimiz kadarıyla çok uzun müddet Vehbi Koç, yardımlarını böyle vakıflaştırmak için büyük bir savaş vermiş. Çünkü Türkiye'de özel vakıf yokmuş, yanlış hatırlamıyorsam.

Şimdi demin anlattığım gibi talepler geliyor. Zaten kendi çok iyi bir öğrenciymiş. Eğitime daha fazla yardım etmeye karar vermiş. Nasıl kontrol edecek yaptığı yardımları? Hep kafasında onları düşünürmüş. Derken 1945 yılında Amerika seyahati oluyor. O zaman Amerika'ya gitmek fevkalade zordu. Hepimiz çok heyecanlandık. Sanki başka bir dünyaya gidiyormuş gibi vedalaştık. Amerika'da kafasındaki suallerin cevabını buluyor. Orada gezerken vakıfları görüyor. Bu vakıfların ne kadar yıl evvel kurulmuş olduğunu, nasıl iş yaptığını, nasıl devamlılığı sağladığını görüyor, inceliyor ve Türkiye'ye dönünce vakıf kurmayı kafasına koyuyor. Nitekim 1969 yılında vakfını kuruyor. Genel müdürümüz Hulki Alisbah çok zeki bir adamdı, çok tecrübeliydi. Aydın Bolak, hukukçu olarak görev yapıyordu. Velhasıl etrafında bulunan, bu işlerden anlayabilecek olan, inandığı insanların görüşlerini de alarak vakfı kuruyor. Talepler geliyor, ona biraz yardım, buna biraz yardım derken, yardımın devamlılığı önem kazanıyor. Yani göz hastanesini bir kere bir başlatıyor, sonra bakıyor ki hastanenin bir müddet sonra orası kırılıyor, burası bozuluyor. Yaptığı yardımların devamlılığını nasıl sağlayacağını hesaplamaya başlıyor.

Vakfın kurulduğu gün Vehbi Koç'un yaptığı bir konuşma var. “Vedia” adı verilen bu konuşma Vehbi Koç'un vakfı gelecek nesillere emanet ettiğinin bir göstergesi.

Vakfına devam edilebilmesi için aileye mesaj. Biz de elimizden geldiği kadar devam ettirmeye çalışıyoruz, inşallah bizden sonraki nesiller de devam ettirecek. Bence çok güzel bir ekibimiz var şu anda. Çok değerli bir ekip. Böyle giderse inşallah devamlılığı da sağlanmış olur. Her şeyden önce profesyonel bir ekip. Tabii ailenin de kalpten katkısı ve devamlılığı var.

Vehbi Bey'in vefatından sonra Vehbi Koç Vakfı'nın yönetim kurulu başkanlığı görevini siz üstlendiniz. Nasıl oldu o geçiş babanızı kaybettiğinizde?

Zannedersem dört kardeşin içinden en çok benim hepsine sahip çıkabileceğim, hepsini etrafımda toplayabileceğim hissi geldi ki vakıf başkanlığını bana teklif etti. Nitekim öyle de gidiyoruz. Tabii profesyonel yöneticiler ile ama aile olarak da herkes birbirine bağlı olarak şimdiye kadar devam ettirebildik.

Siz bütün her şeye bakıyorsunuz ama bir yandan da açıkça konuşulmuş mu, konuşulmamış mı; böyle bir görev dağılımı var sanki.

Kendiliğinden görev dağılımı oldu. Suna, içimizden Koç Holding’de Rahmi’yle beraber en fazla çalışan, en uzun yıllar çalışan, işin içine en fazla giren kardeşimiz. Ve sorumluluk alan, aldığı sorumluluğu da sonuna kadar yerine getiren bir insandı. Suna, bilhassa Koç Üniversitesi, Koç İlköğretim Okulu, yani eğitim konularında vakfa büyük katkısı ve yardımı oldu. Hepsini o yönetti. Çok iyi hatırlıyorum. Bayağı da sıkıntılı günler geçirdik. Yani kolay olmadı. Koç İlköğretim Okulu'nu kurarken dışarıdan müdür getirildi. Dışarıdan müdür nasıl seçilecek, ne olacak? Kriterlerini hiç bilmediğimiz işlerdi bunlar. Onların hepsini Suna buldu, Robert Kolej'den ilişkileriyle. Önce kurulması, kurulduktan sonra İlköğretim Okulu'nun devamlılığının sağlanması, onların hepsi Suna’nın eseridir, büyük katkısı oldu. Sonra eğitim olarak Koç Üniversitesi başladı. Koç Üniversitesi'nin başlangıcında da Suna’nın çok büyük katkıları var. Eğitim işlerinde Suna birinci sınıf katkıda bulunan kardeşimiz.

Bugün Türkiye'nin ilk özel müzesi Sadberk Hanım Müzesi’nin kuruluşunda da Sevgi Gönül'ün ön ayak olduğunu biliyoruz.

Annemin babası sanata çok meraklıymış, herhalde oradan. Rahmi de çok meraklı. Annem de çok meraklıydı. Sevgi de çok meraklıydı. Annem biz çocukken Kapalıçarşı’ya giderdi sık sık. Ve oradan antik parçalar, bilhassa eski işlemeleri toplardı, kıyafetleri falan. Rahmi ile beni de götürürdü yanında. Bir beni götürürdü, bir Rahmi'yi götürürdü. Biz çocuktuk tabii. Sevgi ve Suna daha kundakta bebek falan. Ondan sonra biz de etkilendik. Rahmi daha çok etkilendi herhalde. Yani aileye hem ırsi olarak hem de çocukluğumuzdan itibaren gidip gelerek yerleşti, eski eserlere ilgi. Annem kendi biriktirdiği parçaları bir küçük müze yapıp, ismini koyup yaşatmak istedi. Ömrü vefa etmedi. Erken vefat etti. O görevi Sevgi üstlendi. Azaryan Yalısı diye bir evimiz vardı Büyükdere'de. Orayı müze haline çevirdik. Babamın ilk işi özel müze iznini çıkarmak oldu. Çok üzüldü annem hayattayken yapamadı kendi müzesini diye. Özel izin de çıkınca o Azaryan Yalısı’nı müze haline soktular. Koleksiyonu burada sergilediler. Sevgi de onun başına geçti. Devam ettirdi ama Sevgi'nin ömrü de vefa etmedi. Hâlâ da müze yapacağız. İnşallah yakınlarda olacak.

Bugün sağlık konusunda da Vehbi Koç Vakfı çok önemli projelere hayat veriyor. Bunlardan biri de eskiden Amerikan Bristol Hastanesi olan Amerikan Hastanesi.

Amiral Bristol Hastanesi'ne, onun yanındaki Güzelbahçe Hastanesi'ne gider gelirdik. Başka da hastane yoktu, tanıdığımız İstanbul'da. Aynı kolejlerde olduğu gibi Amerikan Hastanesi'ni de Amerika'da destekleyen bir vakıfçılar grubu varmış. Amerikan Hastanesi’ni zaten Amiral Bristol açmış. Buraya gelen kumandanın ismini vermişler. Önce kendi yaralılarına bakmak üzere Kapalıçarşı’ya yakın bir yerde bir hemşire okulu kurmuşlar. Ondan sonra da yeri bulunca Amiral Bristol ismini vererek hastaneyi açmışlar. Oranın hemşire okulu da çok iyi yönetiliyor.

Vehbi Koç Vakfı'ndaki birçok çalışmanızın yanı sıra sizin hemşirelere ve hemşirelik mesleğine verdiğiniz bambaşka samimi bir destek var. Bu destek nasıl başladı?

Kendi hayatımdan başlamak isterim. Kolejden mezun oldum, 1949'da. Tam böyle üniversite imtihanlarına girmek üzere hazırlanırken o yaz hastalandım. Anlatamayacağım kadar büyük bir sancıyla. Ankara'da o zaman 1949 yılında ne röntgen var ne doktor ne de ilaç. Hiçbir şey yok. Gelmiyor Avrupa'dan. Avrupa harpten yeni çıkmış. Ondan sonra mecbur oldular, yurt dışında bir doktor teşhis koydu, kist hidatik dedi. Ameliyat olması lazım acele dediler. Türkiye'de olması mümkün değil diye karar verildi. Londra'ya gittim. Orada hastanede kaldım. Oradaki hastanede bir ay kaldım. 19-20 yaşlarındaydım. Oradaki hemşirelerin çalışma biçimlerinden çok etkilendim. Sonra hastalık devam ediyor. Kist alınıyor, bir daha büyüyor. Annemle babam her işi bıraktılar, benimle uğraşmaya başladılar. Yani öldü, ölecek. Doktorlar hiçbir ümit vermiyorlar, nasıl başa çıkılacağını bilmiyorlar. Amerika hiç bilmiyor bu hastalığı. O nedenle ömrümüz hemşirelerle doktorlarla geçmeye başladı. İlgimi çekti, yurt dışındaki doktorlar, hemşireler çok başarılı, çok kıvrak. Türkiye'de yok. Doğru dürüst hemşire var ama işini beceremiyor, bilmiyor, eğitilmemiş. Bunun sıkıntısını çektim. Anlaşılan babam, annem de çekmişler ki günün birinde ben bu hemşirelik mesleğiyle ilgilenmek istiyorum dedim. Babam dedi ki sahiden ilgilenmek istiyorsan ben arkanda varım. Ama maymun iştahlıysan, yani bugün istiyorsun, yarın vazgeçiyorsan yokum dedi. Ben de sahiden ilgilenmek istiyorum dedim. O zaman tamam, program yapın dedi. Vehbi Koç Vakfı'nda bir program ayarladık.
Bildiğimiz bir konu değil. Türkiye'de en önde gelen hemşireleri çağırdık okullardaki, Ankara'dan, İstanbul'dan hepsi geldiler. Onlardan anladık ki Türkiye'de doğru dürüst hemşire okulu yok. 1979 yılından bahsediyorum. Ne eğitimci var, ne ders kitabı var, hiçbir şey yok hemşirelikle ilgili. Topladığımız hemşirelerin görüşlerini alarak önce okul kitaplarından başladık. Böyle kağıtlarda ders yapıyorlarmış. Hiç kitap yok. Yurt dışından da getiremiyorlar. Eğitimciler de hemşire değil, başka meslekten. O nedenle işler ilerlemiyor. Tabii para meselesi. Hemşireler Derneği de geldi ve onlarla birlikte ilk önce eğitim malzemesini tamamlamak için harekete geçtik. Amerika'dan icap eden kitapları getirttik. Türkiye'deki hemşire eğitimcilerinin de yazmak istedikleri kitapları finanse ettik. Önce bir ders malzemelerini toparladık. O şekilde okullara birinci görevimizi yapmış olduk. Düşünebiliyor musunuz? O yıllara kadar up-to-date hemşire okulları ve eğitimi yokmuş.

Sonra da SANERC…

Evet, SANERC. Amerika'dan getirttiğimiz hemşireler, uzaktan eğitimi tavsiye ettiler. Ben bilhassa eğitimin yoğun bakımlarda ve kalp hastalarında yoğunlaşmasını istiyorum. Bilhassa kalp hastaları ve yoğun bakım ünitelerindeki hemşirelere de ulaşılabilmek için SANERC kendi hazırladığı programla Erzurum gibi büyük illerdeki hemşire okullarına ulaşmaya başladık. Arzu eden oradan takip ediyordu. Arzu eden İstanbul'a geliyordu. Onar kişi, onar kişi alırız dedik. İstanbul'daki hastanede yatırmak üzere. Burada eğitiyorduk, gönderiyorduk. Sonra onlar öbürlerini eğittiler. Bu şekilde bu işe giriştik.

Yani bu hikâye şöyle gelişti, bir fondan eğitim desteği, ondan sonra hemşirelik okulu, ondan sonra Koç Üniversitesi’nin bünyesine katılarak fakülte ve bir yandan da SANERC ile mesleği hemşirelik olanlara yan destek, değil mi?

O şekilde, aynen.

Fakültenin kuruluşu, okulun fakülte haline gelişi hakkında neler hissediyorsunuz?

Okulun fakülte haline gelişini hemşireler çok istediler. Peki dedik. Niye olmasın?

Hakikaten çok değerli bir meslek.

Çok değerli bir meslek. O kadar önemli bir meslek ki size anlatamam. Benim için fevkalade değerli. Yani bir sanat. Sadece eğitim değil, sanat. Hastayı ikna etmek, sabırla seyretmek, incelemek müthiş bir sanat. Hemşirelere bütün şapkalarımı çıkarırım. O kadar önem verdiğim bir meslek. Çok çok ulu bir meslek.

Evet, hemşirelik gerçekten çok değerli bir meslek. Hayırseverliğe geri dönecek olursak, yapılan bir hayrın devamlılığı çok çok önemli, yani sürdürülebilirlik…

Şimdi varlıklı insanlara efendim falanca yere okul lazım, okul yaptırın diyorlar. O da tabii hayır yapmak için hem de katkıda bulunduğunu göstermek için bütün hüsnüniyetiyle bir okul yapıyor. Bir müddet sonra o okul bozuluyor. Ben de diyorum ki o okulları yaparken demek lazım ki işte 5 milyon dolara veya kaç milyon dolarsa okul yapacaksın, yaptığı okula göre, şu kadar para da bunun bakımına bırakacaksın o okulları yaşatabilmek için.

Semahat Hanım, burada Vehbi Koç Vakfı'nın Yap-Devret-Sahip Çık ilkesiyle hayata geçirdiği Koç Okulları projesinden de bahsedelim isterim. 13 okulla başlayan ve bugün sayıları 21'e çıkan bu okullar Millî Eğitim Bakanlığı'na devredilmiş ama Vehbi Koç Vakfı elini bu okulların üzerinden hiç çekmemiş. Dolayısıyla bu okullar ilk günkü özenle, ilk günkü düzenle eğitimlerine devam ediyor.

Zaten Vehbi Koç Vakfı'nda okulların tamiri ve tadili için bütçe ayırıyoruz. Devamlı geliyor haber, falanca okulun falanca yeri bozuldu diye. Onları yaptırıyoruz. Aynı zamanda Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde talebe lojmanlarımız var, onlardan haber geldi. İki sene evvel onu yaptırdık tekrar. Yani devamlı olarak yaptığın, verdiğin şeylerin tamir ve tadili gerekiyor. Onları kontrol altında tutmak lazım. Vakıfçılığın bir görevi de o.

Yani hayırseverlik kadar devamlılığı sağlamak da önemli o zaman.

Gayret ettik. Başarı bence ancak devamlılığı sağlanabilirse mümkün. Bir sürü şey var ki, bazı insanlar büyük emeklerle yapmış başlatmış ama devamlılığı gelememiş. Benim en önem verdiğim konu yapılan işin devamlılığını da sağlayabilmek.

Peki hayata geçirmek istediğiniz başka bir proje var mı?

Sadberk Hanım'a müze yapmak istiyoruz, o var aklımızda. Şimdi önümüzdeki plan o. Haliç tarafında bir yer beğendik. Orada bir yer var, antik bir yer. Sadece müze olabiliyor. Orayla anlaştık. Bakalım, inşallah Salberk Hanım Müzesi’ni orada yaptırmak istiyoruz.

Size bir soru daha sormak istiyorum. 2024, Vehbi Koç Vakfı'nın kuruluşunun 55. yılı. Bu demek oluyor ki, siz de vakıfçılık dünyasındaki 55. çalışma yılınızı dolduruyorsunuz. Neler hissediyorsunuz?

Benim açımdan görevlerimi yapmış olmanın mutluluğu var. Vehbi Koç Vakfı açısından da devamlılığını sağlayabilmiş olmamız çok önemli. Bu devamlılığı sağlayabilmek sadece bir kişinin, bir grubun gayretiyle olmuyor. Vakfı mali olarak bütün Koç Grubu destekliyor. Yöneticilerimiz fevkalade kıymetli. Herkes büyük gayretle görevine devam ediyor. Biz de elimizden gelen desteği vermeye çalışıyoruz. Her şeyi yapıyorsun da ben ona çok inanıyorum. Elinden her geleni yapıyorsun. Paraysa para, emekse emek. Bazı iş sürüyor, bazı iş sürmüyor. İnşallah devamlılığı olan bir iştir bizimki de, vakıfçılığın devamı için.