23 Haziran 2022

“Dünyada değişim ekolojik meseleler yüzünden başlayacak”

İlk romanı “Işık Ülkesinden” ile 2019 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Zeynep Göğüş, “Zeytin Kuşu” romanını ise “bir başkaldırış ve direniş kitabı” olarak tanımlıyor. “Doğayı her incitişimizde kendimize zarar veriyoruz” diyen Göğüş ile hayat hikâyesini ve çevre sorunlarını bir direniş kurgusu penceresinden romanlaştırdığı “Zeytin Kuşu”nu konuştuk.

O bir gazeteciydi. Bir anda (söylediğine göre pek de bir anda değil aslında) gazeteciliği bıraktı. Ama yazma tutkusu onu edebiyata yönlendirdi. Kendi deyimiyle “obez” bir okurdu, iyi de bir yazardı. Ama yazabilmenin kibrine kapılmayıp yaratıcı yazarlık dersleri aldı. Böylelikle annesinin ailesinin hikâyesinden yola çıkarak kurguladığı “Işık Ülkesinden” çıktı ortaya. Yayınevinin kendisinden habersiz yarışmaya gönderdiği kitap, 2019 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Ardından “Zeytin Kuşu” kitabı geldi. Gazetecilik yaptığı dönemde de çevre üzerine yazdığı yazılarla dikkat çeken yazar, kitabında da yine ekoloji vurgusu yapıyor. Gazeteci yazar Zeynep Göğüş ile kendi öyküsünü ve “Zeytin Kuşu”nu konuştuk.

Siz eski bakan ve gazeteci Ali İhsan Göğüş’ün tek çocuğusunuz. Nasıldı babanızla ilişkiniz? Baba-kız aşkı veya güllerin savaşı? Nasıl tanımlarsınız?
Ergenliğe kadar mükemmeldi. Çok sevgi alan bir çocuktum. Bazen insan geçmişi hakkında düşünürken gereken ilgi ve sevgiyi görüp göremediği konusunda tereddütte düşüyor ya, ara ara karşıma çıkan eski fotoğraflar ve mektuplar var. Oralardan sevilen bir çocuk olduğumu anlıyorum. Hatta küçücükken babam kucağında iş yerine götürürmüş beni. Fakat ergenlikten itibaren atışmaya başladık. Pek çok politik konuda anlaşamıyorduk; bu uzun sürdü. Babamın 65 yaşını aşması ve benim de büyümemle birlikte birbirimizi daha iyi anlamaya başladık. Ayrıca insanlar değişiyor. Ben babamda çok büyük değişim gördüm. 40 yaşındaki babamla 65 yaşındaki babam arasında hoşgörü ve tahammül açısından muazzam bir fark vardı. Belki de çocukların ebeveynler üzerinde böyle bir etkisi olabiliyor.


Ya annenizle ilişkiniz?
Onunla daha sakin bir ilişkimiz vardı; çok sevgi doluydu. Annem İngiliz edebiyatı okumuştu. Şimdi onunla daha fazla edebiyat konuşmadığım için dövünüyorum. Mina Urgan’ın öğrencisi olmuş. Benim de edebiyat okumamı istedi. Fakat bunu bana sunuş şekli, beni o alandan tamamen uzaklaştırdı ve hiç düşünmedim. Çünkü “Aile hayatıyla uyumlu bir mesleğin olur” demişti. Bu da benim hiç ilgimi çekmiyordu, tamamen bambaşka bir yerdeydim. Şimdi mesela Macbeth üzerine kitaplar okuduğum vakit, annemle edebiyat sohbetleri yapmadığıma hayıflanıyorum. Çok güzel bir ortak alanımız olabilirmiş, kaçırdım.

Hepimizin böyle “keşkeleri” var ne yazık ki…
Evet, hele kaybettikten sonra daha çok oluyor. Annemle özellikle 40 yaşımdan sonra yakın bir ilişkim oldu. Her telefonda “Seni seviyorum” diyordum ona.


Bir arkadaşım “Tek çocuk olmak, yarım doğmuşsun gibi” diye bir tanımlama yapmıştı. Kuşkusuz bu kişisel bir his ama size nasıl hissettirdi tek çocuk olmak?
Hayır, hiç öyle hissetmedim diyebilirim. Kalabalık bir aileydik, kuzenler vardı. Özellikle yaz aylarında hep onlarla beraberdik. Komşuluk ilişkileri şimdiki gibi değildi; çok güzeldi. O eski çocukluk arkadaşlıklarını hâlâ korumaya özen gösteriyorum. Onlarla uzun süreler görüşmeseniz bile, ilk görüştüğünüz anda ilişki kaldığı yerden devam ediyor. Öte yandan tek çocuk olmanın faydasını bile gördüğümü söyleyebilirim. Çünkü baştan itibaren yalnızlıkla barışık olarak büyüyorsunuz ve bu çok kıymetli. Yalnızlık, başınıza gelmiş kötü bir şey gibi değil; eğer onunla barışıksanız tam tersine kendinize ayıracağınız vaktin daha çok olması anlamına geliyor; âdeta bir lüks. Hatta yalnızken daha üretken olabiliyorsunuz. Fakat buradan kolektif projelere inanmadığım da anlaşılmasın. Yazarlık atölyesinde tanıştığım arkadaşlarla “Tanıdık Yabancılar” adı verilen, eski buluntu fotoğraflara, 200 kelimeyi aşmayan kısa öyküler yazdığımız bir proje yaptık. O zamana kadar yazarlığın tek başına yapılan bir eylem olduğunu düşürdüm. Ama o proje sırasında herkesin birbirine katkısı oldu. Bu çok keyifliydi.

800_Zeynep-Gogus-(1).jpg

Gazeteciliğe başlama hikâyeniz nasıl? Babanız nedeniyle gazeteciliğe mi yöneldiniz, yoksa bu sizin bilinçli tercihiniz miydi?
Çocukluğumun bir bölümü Esentepe Mahallesi Gazeteciler Sitesi'nde geçti. Evimize sürekli gazeteciler gelip giderdi. Öyle bir ortamda büyüdüm. Fakat tam da benim politize olduğum 1969 yılında televizyon yayınları başlamıştı. Ve Örsan Öymen, Mehmet Barlas, Zeki Sözer’in yer aldığı muhteşem bir tartışma programı vardı. Öyle bir program yapabilmeyi hayal etmiştim. Dolayısıyla babamın mutlaka bir etkisi olmuştur. Fakat esas politik ortamın ve hayatımıza yeni giren televizyonun da etkisiyle sinema okuyup televizyon gazetecisi olmak istedim. Ama bunu beceremedim.

Neden öyle dediniz?
Belçika’da çok iyi bir sinema okulu vardı, sınavlarını kaçırdım. O zamanlar babamın bana sürekli söylediği bir şey vardı: “Sen fakir bir milletin parasıyla gidip okuyorsun. Bir an önce okulu bitireceksin ve döneceksin.” Yıllar sonra Benazir Butto’nun hayat öyküsünü okurken benzer sözleri onun da babasından duyduğunu öğrendim. Sanırım çocuklara böyle bir sorumluluk yükleyen bir kuşak vardı. Babamın sözünü dinleyerek hızlı hızlı okuyup hemen döndüm. Bir tane televizyon var; o da TRT ve orada da prodüktör kadrosu yok. Bunun üzerine haber merkezine mütercim olarak girdim. O dönem dil bilmenin iş hayatında bana göre olumsuz bir yönü vardı. “Madem dil biliyorsun, yabancılarla haber yap, çevirmen ol” gibi yönlendirmelerle karşılaşıyordunuz. Sonra yine TRT’de Dış Yayınlar’a geçtim; Fransızca yayınlar şefi oldum. Bütün dünya dillerinden yayın yapılan çok güzel bir ortamdı. Mesela Afganca yayını eski Afgan Kralı’nın oğlu yapıyordu. Orası bana çok şey kattı. Sonrasında da burs alıp yüksek lisansım için tekrar Brüksel’e gittim ve orada kaldım; gazetecilik yapma fırsatım da oldu.

Dönüşte neler yaptınız?
Milliyet gazetesine girdim ve benim için tek seçenek o zaman “Beyoğlu muhabirliği” denen diplomasi muhabirliğiydi. Sonra bir ara Hürriyet’te şef oldum, ardından da köşe yazarlığı geldi. Bu arada yanlış da anlaşılmak istemem; dil bilmek çok önemli, yeni dünyalar katar insana. Ama benim özelimde, istemediğim yerlere itildiğimi söyleyebilirim. Kısaca benim için en azından bir dönem, dezavantaj oldu dil bilmek.


Gazeteciliği işinizin zirvesindeyken bir anda bıraktınız. Sizi bu sürece götüren neydi?
Doğrusunu söylemek gerekirse merkez medyanın önemli gazetelerinde çalıştım ve pek çok gazeteci gibi ben de iki kez kovuldum. Bir noktadan sonra artık o sistemin içinde var olmak istemediğimi fark ettim. Çünkü kimseye müdanası olmadan yazan biriydim. Son işimi ise kendim bıraktım. Bugünden geriye baktığımda petrol boru hatları, enerji ve kadın konularında yazdığım yazıların tehlikeli sularda yüzmek olduğunu görebiliyorum. Sonrasında da şöyle bir duygu geldi: Başka bir şey de yapabilirim ve hayatımda yeni bir pencere açmak istedim.

 Ben de tam onu soracaktım; sonra kulvar değiştirdiniz ve yazarlığa yöneldiniz…
Yazmak en iyi bildiğim işti. Ve okumak... Obur bir okurdum ve çok sevdiğim romanlar vardı hep aklımda. Mesela Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”, Ayla Kutlu’nun “Bir Göçmen Kuştu O” romanlarından yola çıkarak aklımın bir köşesinde “Niye kendi ailemin göç hikâyesini anlatmayayım” gibi bir düşünce vardı. İlk romanım “Işık Ülkesinden”in temelleri 30-35 sene önce atılmıştı. Sonradan kütüphaneme baktığımda, “Yazmak Üzerine”, “Roman Sanatı” gibi kitaplar da gördüm. Demek ki hep bir ilgim vardı, ama bir türlü de vakit bulamıyordum. O arada “Bir Avrupa Rüyası”, “Oğluma Avrupa Mektupları” gibi deneme kitaplarım çıktı.


Bu bir hazırlıktı öyleyse…
Olabilir. Çünkü “Bir Avrupa Rüyası” çıktığında “Bu kitap roman da olabilirdi” diyenler oldu. Roman yazmak ertelenmiş bir projeydi diyelim çünkü gerçekleşmesi epey vakit aldı.

Yaratıcı yazarlık dersleri aldınız. Siz zaten yazıyordunuz; yaratıcı yazarlık size ve yazılarınıza neler kattı?
Çok şey kattığını söyleyebilirim. Öncelikle roman yazma tekniğini öğrendim. İyi yazı yazmayı biliyordum, ama söz konusu roman olunca işin tekniğini öğrenmek istedim. Bunu kendi kendine de öğrenebilir insan, ama hızlı ilerlemek istedim. Yazarlık atölyelerinde iyi bir hoca yeteneğinizi parlatır. Roman yazmayı iyi bir yerde öğrenmek ve edebiyattan daha fazla haz almak istedim. Boğaziçi Üniversitesi Murat Gülsoy Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ne katıldım. Eskiden obez bir okurdum, bugünse artık daha iyi bir okur olduğumu düşünüyorum. Çünkü okuduğum kitaplardan aldığım zevk daha yüksek şimdi. Eğer sizde bir yetenek varsa, o yeteneğin ortaya çıkmasında, yeteneğin parlatılmasında önemli bir işlevi var yazarlık atölyelerinin.


Sizi ilk romanınız olan “Işık Ülkesinden”i yazmaya götüren süreç nasıldı?
Türkiye’nin kimlik meseleleriyle ilgili, daha belgesel tarzında, röportajlar yaparak ya da deneme türü gibi bir şey yazmak vardı aklımda. Fakat yazarlık kursuna gittikten sonra, aklımdakileri bir roman kurgusuyla anlatabileceğime ikna oldum. Anne tarafım göçmen. Bir göç hikâyesini kimlik meselelerini de gündeme getirerek yazabilirim diye düşündüm. Çok hızlı yazdım, yaklaşık beş ayda bitti kitap. Bazıları bir romanı yazmaya başlarken, onun bütün şemasını çıkarıyor; karakterleri, karakterlerin özelliklerini belirliyor. Kısaca ormana girdiklerinde hangi yoldan yürüyeceklerini biliyorlar. Karakterler tabii ki belli olmak zorunda. Ama benim yöntemim bu değil. Ben yolda yazıyorum diyebilirim. Ana karakterlerin arasına başka karakterler girebilir, bazı karakterler çıkabilir. Kısaca roman, kafamda yazarken şekilleniyor. En sevdiğim kısmı da araştırma. Kendim de bir şeyler öğrenmeliyim. Bunu seviyorum.

Röportajın tamamına Bizden Haberler dergisinin Haziran sayısından ulaşabilirsiniz.