30 Aralık 2024

“Edebiyat ile topluma ayna tutuyoruz”

Polisiye roman denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Ahmet Ümit ile edebiyat yolculuğuna, karakterlerini yaratırken ilham aldığı kaynaklara, polisiye türüne duyduğu tutkuya ve romanlarının ardındaki toplumsal eleştiriyi nasıl işlediğine dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Gerilim ve polisiye türünde yazdığı eserlerle geniş bir okur kitlesine sahip olan Ahmet Ümit’in romanları, insan ruhunun karanlık yanlarına olduğu kadar Türkiye’nin tarihi, kültürel ve toplumsal gerçeklerine de ışık tutuyor. Okuyucularına sadece bir hikâye değil, aynı zamanda bir düşünce dünyası da sunan Ümit ile yazarlık serüvenini, yeni romanı Yırtıcı Kuşlar Zamanı’nı ve güncel projelerini konuşmak için bir araya geldik.

Yazmaya olan ilginiz ne zaman başladı? Sizi hikâyelerin dünyasına çeken şey neydi?

Çocukken ya da ilk gençlik yıllarımda “yazar olacağım, yazar olmalıyım” diye bir düşüncem yoktu. 22 yaşında, biraz da politik olayların etkisiyle olacak, bir hikâye yazdım. Bu hikâyem 40 dilde yayımlanan bir dergide basıldı. Politik bir dergiydi bu, edebiyat dergisi değildi. Fakat genç bir adam olarak bu durum çok hoşuma gitti ve heves edindim. Ondan sonra yavaş yavaş “Acaba yazabilir miyim, yazar olabilir miyim?” gibi düşünceler başladı. Akabinde bir yazar adayı olarak okumaya başladım metinleri. Klasiklerin her birini bu gözle yeniden okudum ve kısa hikâyeler, derken daha uzun hikâyeler ve şiirler yazmaya başladım. Bunlar olurken 22 yaşındaydım. Şimdi 64 yaşındayım. 42 yıldır devam ediyorum.

Romanlarınızdaki karakterler ve hikâyeler için ilhamınızı nereden alıyorsunuz? Örneğin başlangıç noktanız genelde bir olay mı, karakter mi, yoksa bir fikir mi oluyor?

Aslında Anadolu’da çok esinleyici bir birikim var; kültürel ve tarihsel birikim çok zengin. Örneğin Konya’ya gittim. Konya’da Mevlâna Türbesi’ni gördüm, Şems Türbesi’ni gördüm ve o zaman bir fikir doğdu. Bunları yazayım ama Mevlâna üzerinden değil, Şems üzerinden yazayım diye düşündüm. Bu bir fikirdi. Sonra bu fikri hayata geçirmek istedim. Okumalara başladım. Ardından bu fikir bir hikâyeye dönüştü. Sonra bu hikâyeyi bir kurguya çevirdim. Genellikle böyle oluyor. İlgi duyduğum, beni uyaran yahut öğrenmek istediğim bir konu olabilir. Mesela Roma dönemini merak ediyorum. Bunu öğrenmenin yolu Roma dönemini yazmak. O zaman oturup okumaya başlıyorum; bir yıl, iki yıl, üç yıl, beş yıl. Örneğin Kayıp Tanrılar Ülkesi, Antik Yunan dönemini anlatır. O romanımda on yıllık araştırma süreci söz konusu. On yıldan sonra oturdum ve iki yılda yazdım kitabı. Ama o on yıl boyunca bilmediğim alan, bilmediğim konu kalmadı. Nitekim benim böyle tezli romanlarım var. Romanlarımın hepsi değil ama örneğin İstanbul Hatırası, Bab-ı Esrar, Kavim, Patasana, Kayıp Tanrılar Ülkesi, Elveda Güzel Vatanım, Sultanı Öldürmek gibi romanlarım tezli romanlardır.  

Yazacağınız romanın konusuna karar verdikten sonra nasıl bir süreç izliyorsunuz?

Son romanımdan örnek vererek anlatayım. Bu kitapta konuyu biliyordum zaten. Mersin’de, Antalya’da birtakım savcılarla da bazı meseleleri görüştüm. Ama mesela bir sonraki romanım Roma dönemini anlatacak. Bu yüzden Roma dönemi üzerine çalışmaya ve okumaya başladım. Roma’ya gideceğim ve bir süre orada kalacağım. Roma şehrini, o ilk kurulan Roma’yı izleyeceğim.

Romanlarınızı kaleme alırken bir yazma rutininiz var mı?

Her sabah kahvaltıdan sonra çalışırım. Yazmak amacıyla bilgisayarın başına otururum. Bazen yazamam. Bazen bir satır, bazen bir paragraf yazarım. Eğer işler yolundaysa iki sayfa, üç sayfa yazdığım da olur. Genellikle öğlene kadar çalışırım. İkiden sonra canım sıkılırsa bırakırım. Arkadaşlarımla buluşurum. Birlikte vakit geçiririz. Ama bu romanın başlarındadır. Romanın ortalarından sonra genellikle bütün gün çalışmaya devam ederim. Çay, kahve, sigara içmem. Müzik dinlerim. Sözsüz müzik, klasik müzik, jazz ya da mistik müzik. Sözlü müzik dikkat dağıtıyor.

“Nevzat Başkomser”, Türkiye’de yaratılan en uzun soluklu dedektif karakterlerinden biri. Bu karakteri yaratma sürecinizde sizi en çok etkileyen şey neydi? Nevzat Başkomser’in okuyucularda nasıl bir iz bıraktığını düşünüyorsunuz?

Nevzat’ı aslında iki film karakteri ve gerçek birinden harmanlayarak yarattım. Gerçek karakter 70’lerin sonlarında suikaste uğrayan Adana İl Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’dur. Film karakterlerine gelecek olursak… Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul diye bir filmi vardır. Sadri Alışık oynar ve “Haşmet İbriktaroğlu” diye bir karakteri canlandırır. Eski İstanbullu’dur. Yalıları vardır ama yalı yanmıştır. Sadece kayıkhane kalmıştır. Kayıkhanede yaşamaktadır. Bir İstanbul beyefendisidir. Fakirleşmiş, birçok şeyini kaybetmiştir ama ahlakı, adabı, terbiyeyi korumaktadır. İkinci film karakteri ise Muhsin Bey’dir. Yavuz Turgul’a ait ve Şener Şen’in canlandırdığı karakter. Bu üç karakterin birleşmesidir Nevzat Başkomser.

Okurlar çok seviyorlar Nevzat’ı. Niye seviyorlar? Çünkü içlerinden biri olarak görüyorlar. Bir ağabey, bir amca gibi... Sadece Nevzat’ı değil, ekibi de seviyorlar. Ali’yi de ayrı seviyorlar, Zeynep’i de, Evgeni’yi de… Hatta bazen bana “Bunlar niye evlenmiyor?” diye soruyorlar. O kadar yakın hissediyorlar kendilerine.

Bir diğer etken ise sanırım Nevzat’ın bir süper kahraman olmaması. Önce vicdanlı bir insan, sonra polis olması. Çok dürüst, kapsayıcı ve kucaklayıcı bir adam.

Son romanınız Yırtıcı Kuşlar Zamanı’nı sizden dinleyebilir miyiz? Nevzat Başkomser bu defa diğerlerinden daha zor ve çetrefilli bir dosyayla mı karşı karşıya?

Öteki Nevzat romanlarıyla karşılaştırırsak, bu kitabın iki özelliği var. Öncelikle günümüzün bir resmini çizmek, bir Türkiye panoraması anlatmak istedim. Aslında bu tehlikeli bir şeydir. Yani biz yazarlar günceli çok anlatmak istemeyiz. Sanatsal kaliteyi düşürür çünkü günceli anlatmak. Gazete haberi gibi. Ama tarihe de tanıklık eder. İkincisi de daha önceki kitapların hepsinde, Nevzat’a bir anons gelir. Gider ve cinayeti çözmeye çalışır. Yani Nevzat hikâyenin merkezinde değildir. Konu Nevzat’ın etrafında dönmez. Nevzat bir çözücüdür. Ama Yırtıcı Kuşlar Zamanı’nda Nevzat hikâyenin, entrikanın merkezinde yer alıyor. Her şey Nevzat’ın etrafında dönüyor. 7 yıl önce karısıyla kızının ölümüne neden olan bir patlama… O patlamanın 7 yıl sonra çözülmesi ve bunun günümüz Türkiye’siyle bağlantısı… En kişisel “Nevzat” romanım diyebiliriz.

Eserlerinizde Türkiye’nin toplumsal ve siyasi sorunlarına sıkça değiniyorsunuz. Bu açıdan yazarlığın toplumsal bir sorumluluğu olduğuna inanıyor musunuz?

Yazarın toplumsal sorumluluğu vardır ve yazar mutlaka siyasal olaylara değinmelidir, şeklinde ortak bir görüş yok. Her yazarın bir fikri vardır. Bana sorarsanız, ben inanıyorum. Neden inanıyorum? Çünkü bu, edebiyatın kendisinden kaynaklanıyor. Edebiyat bir ayna. Topluma bir ayna tutuyoruz. Aynaya baktığımızda ne yaparız? Örneğin saçımız dağınıktır, düzeltiriz. Kısacası kendimize çekidüzen veririz. Buradaysa biz topluma ayna tutuyoruz. Toplumda aksak giden bir şeyler varsa yazarın bunu belirtmesi lazım. Yani insanın bütün gerçekliğini ve toplumun bütün gerçeklerini göstermemiz lazım. Ortada problemler varsa, bu problemlerin üstünü kapatmak, görmezden gelmek, bunları işaret etmemek bence romanın yapısını bozar. O nedenle ben yazarın eleştirel, muhalif olması gerektiğine inanıyorum. Ama bu muhalifliği politik olanla sınırlamamak lazım. Yani sorun illa politik iktidara yahut politik bir partiye yönelik karşı çıkma değildir. Topyekûn hayata dair tartışılabilir konuları, yanlış olabilen şeyleri okura sunmasıdır.

Peki sizin polisiyeye merakınız nasıl başladı?

Benim aslında polisiye merakım yoktu fakat hayatım 14 yaşından 30 yaşına kadar devrimcilikle geçtiği için yazdığım şey polisiye olarak çıktı. Farkına varmadım ama meğer polisiye yazıyormuşum.

16 yıl boyunca kaçmaca, kovalamaca derken politik açıdan tehlikeli dönemlerde sürekli gerilim içerisinde yaşayan bir genç bir adam… Yazmaya başlayınca da böyle gerilimli şeyler ortaya çıktı. Ve bir gün bir ağabeyim dedi ki “Sen polisiye yazıyorsun.” Oysa ben polisiye yazdığımın farkında değildim. Ondan sonra zevkle ve içimden geldiği gibi yazmaya başladım. Yani şöyle diyebiliriz: Yaşadığım hayat bana polisiye yazdırdı.

Şu anda üzerinde çalıştığınız, yolda olan yeni projeleriniz neler?

Romanlarımda; örneğin Bab-ı Esrar’da Mevlâna ve Şems’i anlattım. Kavim’de Anadolu’daki Hristiyanlığın kökenlerini anlattım. İstanbul Hatırası’nda İstanbul şehrini anlattım. Sultanı Öldürmek’te Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethini işledim. Roma büyük bir imparatorluk. 1400-1500 yıllık bir dönemden söz ediyoruz. Bu imparatorluğu Anadolu’daki bir Roma kentinden yola çıkarak anlatmak istiyorum. Roma’yı kavramamızın önemli olduğuna inanıyorum. Zira Roma’yı kavramadan tarihimizi kavramak çok zor. Roma’yı kavrayamazsak Osmanlı’yı da kavrayamayız.

YIRTICI KUŞLAR ZAMANI

Yapı Kredi Yayınları’nın okurlarla buluşturduğu Yırtıcı Kuşlar Zamanı’nda Ahmet Ümit Türkiye’nin yıllardır mustarip olduğu toplumsal hastalıkların röntgenini çekiyor. Başkomser Nevzat bu kez geçmişin hayaletleriyle mücadele ediyor. Ailesini katledenlerin peşinde maceradan maceraya koşarken, Nevzat ve ekibinin yaşadıkları olaylar bir 21. yüzyıl Türkiyesi portresi çiziyor.

“Olan bitenin farkındaydım, arkadaşlarım etrafımdaydı, insanlar bana yardım etmek için çırpınıyorlardı. Ama umurumda bile değildi. Yemek yiyemiyordum, iğne ipliğe dönmüştüm. Vazgeçmiştim, her şeyden, herkesten, hepsinden… Kılımı kıpırdatamıyordum. Kıpırdatmak istemiyorum diye değil, kıpırdatamıyordum, çünkü artık içimde yaşama isteği yoktu.”